Bu bölümde, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz'e verilip de diğer peygamberlere verilmemiş olan,
Peygamberimizin efdaliyetini bildiren bazı büyük özellikleri anlatılacaktır.
Bunların sayısı hakkında bir fikir veren Ebû Sâid el-Nisâburi, Şerefü'l-Mustafa
adlı kitabında şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz'in diğer Peygamberlere karşı üstünlüğünü ifade
eden özellikleri, sayı itibariyle altmış kadardır." İşte o, böyle
demektedir. Ben de diyorum ki: "Sevgili Peygamberimiz'in bu sayıdaki
özelliklerini, birden altmışa kadar saymış ve bunu yazıya almış bir alim
bilmiyorum. Benim naçizane araştırmalarıma göre ise, aslında bu sayı daha da
büyüktür. Yâni Peygamber Efendimiz'in özellikleri; bu husustaki hadislerin ve
eserlerin tamamını gözden geçirdiğimiz zaman, bunların; yukarıda bildirilen sayının
üç katına çıktığı görülür. Ben bunları inceledim ve aynı zamanda dört kısma
ayrılmış olduğunu gördüm. (Yâni tamamını, dört bölümde mütalaa ettim).
Şöyle ki: Sevgili ve büyük Peygamberimizin
bu büyük özelliklerinin
Birinci kısmı: O'nun
zatına ait olup dünyada kendisine verilmiş bulunanlar,
İkincisi: Yine O'nun
zatına ait olup ahirette kendisine verilmiş (verilecek) olanlar.
Üçüncüsü: O'nun ümmetine
ait olup dünyada verilmiş bulunanlar. Dördüncüsü: Yine O'nun ümmetine ait olup
ahirette verilecek olanlar. Şimdi böylece dört kısma ayırdığımız bu
özellikleri, geniş bir şekilde ve ayrı ayrı bölümler halinde anlatalım.[1]
Evet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, daha Âdem (aleyhisselâm) yaratılışına maya teşkil eden çamurun içinde iken, yaratılmış ve Peygamber kılınmış idi. [2]
Bundan önce de geçtiği gibi, Peygamberimiz hakkında diğer peygamberlerden söz alınmıştır. Aynı zamanda Peygamberimiz, "elestü bi-rabbiküm?" hitabına da, herkesten ve bütün Peygamberlerden önce cevap verip: "Evet, Rabbimiz'sin!" demiştir. [3]
Burada şunu da zikredenin ki: Gerek Âdem (aleyhisselâm), gerek diğer Peygamberler ve bütün yaratıklar sadece O'nun hürmetine yaratılmışlardır. [4]
O'nun mübarek adı, günün beş vaktinde okunan ezanlarda söylenip durduğu gibi; bunun Âdem (aleyhisselâm) zamanında ve melekût-ı alâ'da da söylendiğim hatırlamış olalım. Ayrıca meleklerin de O'nu her zaman ve saatte zikrettiklerini söyliyelim. [5]
Gerek Âdem (aleyhisselâm)'dan, gerek diğer bütün Peygamberlerden, peygamber efendimiz'in sağlığına yetiştikleri taktirde O'na iman edecekleri, O'na yardımcı olup destekleyecekleri hakkında kendilerinden Misâk, yani ilahi bir ahid ve söz alınmış olması da; sevgili Peygamberimiz'in büyük bir özelliğidir! [6]
Önceki nazil olan semavi kitaplarda, gerek Peygamberimiz'in geleceği, gerekse O'nun ümmetinin, ashabının ve halifelerinin bazı özellikleri de bildirilmiş ve müjdelenmiştir.
Peygamberimiz'in doğumu sebebiyle de şeytanlar göklerden kovulmuş, tard edilip uzaklaştırılmıştır. [7]
Peygamberimiz'in kalbinin, bütün ilâhi vahiy ve ilhamlara istidadlı olması için kalbi Cebrâîl tarafından yarılıp ameliyat edilmiş; nûr ve hikmetle doldurulmuştur.
Sırtında, tam kalbinin hizasına düşecek yerde de Hâtemü'n-Nübüvvet yaratılmış; O'nun mübarek kalbi bu tarafından da şeytanın vesveselerine kapalı kılınmıştır.
O, sefer halinde iken, melekler kendine gölge edip onu sıcaktan korumuşlardır. [8]
Ve O, bütün insanların en akıllısı olarak yaratılmıştır! [9]
Kendisine verilmiş bulunan güzellik de, O'nun özelliklerinden biridir. Öyle ki, O'na verilmiş bulunan güzelliğin ancak yansı kadarı Yusuf (aleyhisselâm)'a verilmiş idi.
Peygamberimiz'in vahiy geldiği zaman şiddetle sarsılıp kendinden geçer gibi olması ve bu sırada harıldaması da, kendisine vahiy halindeyken verilmiş bulunan bir özellik idi. Aynı zamanda o, kendisine vahiy getiren Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı da yaratıldığı şekilde iki defa görmüştür. Bu da O'na verilen bir özelliktir. [10]
Kendisine Peygamberlik verilmesinden itibaren, kahinlerin kehaneti, şeytanların kulak hırsızlığı yaparak ilâhi vahiyden çalıntılar yapması da sona erdirilmiş, semalar onlardan korunmuştur. Buna yeltenenler de akıcı ve yakıcı alevlerle tard edilmiştir.
O'nun şefaati ile kafirlerin azabının hafiflemesi de, O'nun özelliklerinden biridir. Nitekim Ebû Talib'in kıssasından da bu husus anlaşılmaktadır.
Allah, düşmanlarından koruyacağına dâir, kendisine ilâhî bir va'd de bulunmuştur.
Hele İsrâ ve Mirâc mucizesi, bu mucizenin şümulüne giren husustur ki, yedi kat gökler ve daha yüceleri kendisi için açılmış ve bir yol olmuştur. O bu gecede, "Kabe kavseyn" makamına yükselmiştir. Hiç bir meleğin ve Peygamberin ayak basmadığı âlemlere ayak basmıştır.
O gece Peygamberler kendisi için diriltilmiş, kendisinin arkasında durmuşlar, O da onlara namaz kıldırmıştır. O gece O'na, hattâ mekekler bile cemâat olmuşlardır. [11]
Beyhakînin anlattığına göre, o gece cennet ve cehennemi de görmüştür ve daha nice büyük İlâhî âyetlerin tecellîsine mazhar olmuştur. Gördüklerini hıfzetmiş, gözü başka noktaya kaymamıştır. Rabbini de iki defa görmüştür... Melekler onunla birlikte savaşmıştır, İşte bunlar; daha önce geçen hadîslerle anlatılan O'nun kırk kadar özelliğidir. [12]
Nitekim bu hususların te'yîdi
mâhiyetine, O'nun en büyük mucizesi ve özelliği bulunan Kur'an-ı Kerim'de bir
çok âyetler vardır. Şimdi bunlardan bâzılarının meallerini görelim. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"de ki: "Andolsun, eğer
insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine
onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler de bunu
yapamazlar!" [13]
"O zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik
biz; O'nun koruyucusu da elbet biziz!" [14]
"O yanlış yola sapanlar,
kendilerine gelen Kur'ân'ı inkâr ettiler. Halbuki o, Öyle eşsiz bir
kitaptır!" [15]
"Öyle bir kitap ki, ne önünden, ne
ardından ona bâtıl gelmez! O, hikmetli, çok övülen Allah tarafından
indirilmiştir!" [16]
"...Sana bu kitab'ı, her şeyi
açıklayan ve müslümanlara yol gösteren, rahmet ve müjde dolu bir kitap olarak
gönderdik!" [17]
"Bu Kur'ân, İsrâîl Oğullarına,
kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor." [18]
"Andolsun biz, Kur'ân'ı öğüt almak
için kolaylaştırdık! Öğüt alan yok mudur?" [19]
"Onu, bir Kur'ân olarak (âyet
âyet) ayırdık. Ki Onu insanlara dura dura okuyasın! Ve biz onu parça parça
indirdik." [20]
"İnkar edenler: "Kur'ân, O'na
bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onunla senin kalbini
sağlamlaştırmak için onu böyle parça parça indirdik ve onu ağır ağır
okuduk." [21]
"Onların sana getirdikleri her
misâle (bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, o bâtılı yok edecek bir gerçeği
ve en güzel açıklamayı getiririz!" [22]
Buharî Ebû Hüreyre'den
rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Benden önce gönderilmiş hiçbir Peygamber yoktur ki,
kendisine beşerin inanacağı mü'ınenün bih olan (îmân prensiplerini ihtiva eden)
bir şey verilmemiş olsun! Bana gelince; Allah bana herşeyin esâsını ihtiva eden
îlâhî vahyini gönderdi. Umîdim odur ki, ümmeti en çok olan, ben olacağım!"
Beyhekî, "O öyle bir
kitaptır ki, ne önünden, ne de ardından ona bâtıl gelmez!" mealindeki
âyeti kerîme üzerinde, Hasanü'l-Basri’nin şöyle dediğini nakleder: "Yâni,
Allah Kur'ân'ı şeytanın ona bir zarar vermesinden korumuştur! Şeytan ona hiçbir
yönden yanaşamaz! Ona herhangi bir bâtılı sokamaz, ondaki îlâhî hakikat ve
hikmetlerden de hiç bir şeyi eksiltemez.,."
Yine Beyhekî, Yahya
bin Eksem'den şöyle bir haber nakleder: Bir gün Halîfe Me'mûn'un yanına bir
yahûdî girdi. Onunla konuştu. Fakat çok güzel konuştu. Ne derece bilgili ve
kültürlü olduğu, konuşmasından anlaşılıyordu. Buna bakarak halîfe kendisini İslâm'a
davet etti. Yahûdî onun bu teklifini kabul etmedi, izin alıp giden bu yahûdî,
bir sene sonra yine halîfe ile görüşmek istedi. İzin verilince içeri girdi. Bu
sefer, müslümanlığı kabul ederek gelmişti... Yine çok güzel konuşuyordu. Halîfe
kendisine: "Müslümanlığı kabul edişinizin sebebi nedir?" diye sordu.
O şu karşlığı verdi:
"Ben sizin huzurunuzdan ayrılıp
gittikten sonra, bütün dinleri (şu üç büyük dîni), bir defa daha gözden
geçirmek istedim... Bu maksatla Tevrat'ı ele aldığımda, onun gerçekten tahrif
edilmiş olduğu kanâatine vardım ve Tevrat ehlini bu hususta imtihan etmek
istedim. Üç nüsha (aded) Tevrat yazdım. Her bir nüshasında bâzı ilâve ve
çıkarmalar yaptım. Sonra bunları yahüdilerin havrasına götürüp satmak
istediğimi söyledim ve derhal alıcı buldum ve sattım. Sonra İncil'i ele alıp
ondan da üç nüsha yazdım. Her bir nüshasına ilâveler yaptım, bâzı çıkarmalarda
bulundum. Götürüp hristiyanların kilisesinde müşteri aradım. Çok geçmeden her
üç nüshaya da alıcı buldum ve sattım. Sonra Kur'ân'ı ele aldım. Ondan da üç
nüsha yazdım ve her bir nüshasında ilâveler ve çıkartmalar yaptım. Götürüp mushaf-ı
şeriflerin satıldığı yerde müşteri aradım. Fakat müslümanların kitapçıları,
ellerine aldıkları bu mushaf nüshalarını tetkik etmeye başladılar. Tashîhsiz ve
tasdiksiz olduğunu derhal farkettiler. Bana, "sen bunları nereden
aldın?" diye çıkıştılar. Ben de ellerindeki nüshaları alıp durumu
kendilerine sezdirmeden oradan kayboldum...
Ve böyle bir mushafın müslümanlara kabul ettirilemiyeceğini anladım...
Dolâyısıyle, Kur'ân'ın Allah'ın Kitabı bulunduğuna ve Onun İlâhî koruması
altında bulunduğuna kanâat getirdim ve müslümanlığı kabule karar verdim, İşte
müslüman oluşumun sebebi ve hikâyesi bundan ibarettir."
Yahya bin Eksem [23] der ki: Aynı sene
ben hacca gitmiştim. Bu olayı orada karşılaştığım Süfyân bin Uyeyne'ye
naklettim. O da bunun üzerine dedi ki: "Bunu doğrulayıcı olarak Allah'ın
Kitabında âyet vardır. Hangi âyet olduğunu biliyor musun?" Ben de hangi
âyeti kasdettiğinin kendisi tarafından söylenmesini rica ettim. Benim ricam
üzerine o da dedi ki: "Malûm olduğu veçhile yüce Allah, Tevrat ve İncil hakkındaki
bir âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur: "Kendilerini Allah'a vermiş
bulunan yahûdî zâhidleri ve âlimleri, Tevrat'ı korumakla görevli ve yükümlü
idiler..." [24] İşte bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Tevrat'ın korunması
onlara (kullara) kalmıştı... Halbuki yüce Allah, Kur'ân ile ilgili bir âyetinde
meâlen şöyle buyurmaktadır: "O zikri (Kur'ân'ı), biz indirdik biz; ve onun
koruyucusu da elbette biziz!" [25] İşte bu âyetten anlaşılan da, yüce
Allah Kur'ân'ı (şu veya bu sebeple) koruyacağını bildirmiş bulunmaktadır. Demek
ki Kur'ân, bizzat Allah'ın koruması altındadır, asla onu zâyî
etmeyecektir!" [26]
Beyhekî, îmânın Şubeleri
adlı kitabında, Hasan-ı Bâsri hazretlerinden nakleder. Buna göre o demiştir ki:
"Yüce Allah, yüz dört kitâb inzal buyurmuştur! Bu yüz dört kitabın ilim ve
hikmetlerini, dört büyük kitapta toplamıştır. Bu dört büyük kitab da malûm:
Tevrat, incil, Zebur ve Fürkân (Kur'ân) dır. Sonra yüce Allah; Tevrat, İncîl ve
Zebur'daki bütün ilâhi hikmet ve ilimleri de Fürkân'da (Kur'an'da) toplamıştır
[27])
Sâid bin Mansûr, İbn-i Mes'ûd'un şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Her kim ilimde kemâle ermek isterse, Kur'ân
üzerinde çalışmalıdır. Zira evvelkilerin de, sonrakilerin de haberi ve bilgisi
Kur'an'dadır!" [28]
İbn-i Cerîr ile İbn-i
Ebî Hatim de yine İbn-i Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: "Yüce
Allah, şu Kur'an'da ilmin tamamını indirmiş ve bizlere açıklamıştır! Bunda asla
şüphe yoktur. Şu kadar var ki, biz kulların akılları ilmin tamamını Kur'an'dan
almaya, Onu hakkıyla anlamaya yetmemektedir."
Ebû Şeyh, Kitabu'l-Azamet adlı eserinde
Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bir defasında kitabımız Kur'an hakkında şöyle
buyurmuştur: "Eğer yüce Allah, bazı şeyleri kitabında zikretmeyi bırakmış
olsaydı, zerreyi, hardal tohumunu, sivrisineği zikretmeyi bırakmış
olurdu!"
Hâkim ve Beyhekî İbn-i
Mes'ud'dan naklederler, O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Önceki kitablar, bir bölümden ve bir harf
üzerine nazil olurdu. Kur'an ise, yedi bölüm ve yedi harf üzerine nazil
olmuştur. Kur'an; emreder, nehyeder, haramı ve helali bildirir. Muhkemi,
müteşabihi ve emsali (darb-ı meselleri) vardır."[29]
Buhârî ve Müslim'de de İbn-i
Abbâs'tan rivayet edilen şu hadis-i şerif bulunmaktadır:
"Cebrâîl bana,
Kur'an ayetlerini bir harf (bir okuyuş) üzere okuyordu. Ben kendisine müracat
edip daha fazla okuyuş ile okunmasını (ve böylece O'nun okunmasında çeşitli
kabilelere mensub insanlar için bir kolaylık sağlanmasını) istedim. O da bunu
biraz artırdı. Ben daha fazlasını istedim, o da bunu artırdı ve sonunda yedi
harf (okuyuş) üzere bana okudu."
Müslim tek başına Übeyy
bin Kab'tan şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Rabbim Kur'an’ı bana, bir harf üzere okunacak şekilde gönderdi. Ben ona
müracaat ederek ümmetim için bunun kolaylaştırılmasını istedim. Rabbim de bunu
kabul buyurup iki harf üzere okunmasına izin verdi. Ben yine müracatta
bulunarak bunun artırılmasını istedim. Rabbim de benim bu müracatımı kabul
buyurarak Kur'an'ın yedi harf (okunuş) ile okunmasına müsaade etti." [30]
İbn-i Ebî Şeybe,
el-Musannef adlı eserinde ve İbn-i Cerir, Ebû Meysere'den şu haberi
çıkarmıştır. Ebû Meysere demiştir ki: "Kur'an her lisan ile inmiştir (yani
onda her lisandan bazı kelimeler vardır.)"
(İbn-i Ebî Şeybe, bunun
benzeri bir haberi de el-Dahhak'tan rivayet etmiştir.)
İmâm Fahrüddin-i Râzi der ki:
"Kur'an'ın, diğer semavi kitablara tam otuz hasletle üstünlüğü vardır. Ki
bu hususiyetler (özellikler) diğer semavi kitabların hiç birinde
bulunmamaktadır."
İbn-i Münzir Tefsirinde Vehb bin
Münebbih'in şöyle dediğini haber vermiştir: "Çeşitli milletlerin konuştuğu
dillerden hiç biri yoktur ki, Kur'ân'da onların dilinden bir şey bulunmamış
olsun." Vehb bin Münebbih böyle konuştuğu zaman kendisine: "Peki
Kur'ân'da Rumca'dan hangi kelime vardır?" diye sormuşlar... O da şu cevabı
vermiştir: "Bakara süresindeki: "Fesurhünne" kelimesi Rumîcedir
ki, "Onları kendine çek ve kes" anlamındadır."[31]
Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); mucizesinin kıyamete kadar baki oluşu gibi, bir büyük
özelliğe de sahip bulunmaktadır. Kıyamete kadar bakî olan bu mucize ise, hiç
şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm'dir! Diğer Peygamberlerin mucizeleri ise, kendi
zamanları ile kayıtlı ve geçici idi. Peygamberimiz'in bir özeliği de,
Peygamberler içinde en çok mucizeye sahip olmasıdır. Onun bu mucizelerinin
sayısı üzerinde beyânda bulunan bazı âlimler: "Bunlar sayıca bine
varmaktadır" demiştir. Bâzıları ise, bunların üç bin kadar olduğunu
söylemiştir. Nitekim, Beyhekî de böyle demiştir. Bu hususta Allâme
el-Huleymî de şöyle der: "Peygamber Efendimiz, mucizelerin sayısı
bakımından bütün Peygamberlerden önde olduğu gibi, mucizelerinin keyfiyeti bakımından
da bir üstünlüğe sahiptir. Zîra diğer Peygamberlerin mucizeleri arasında, cisimlerin
yarılması şeklinde (meselâ Ay'ın yarılıp ikiye bölünmesi gibi) bir mucize
bulunmamaktadır. Bu mânâ ve mâhiyet de, Peygamberimize verilmiş bulunan bir
özelliktir."
Bu hususta ben de derim ki:
Peygamberimizin büyük özellikleri arasında; daha önceki Peygamberlere verilmiş
bulunan bütün mucizelerin kendisine verilmiş olması da vardır. Zîrâ daha önceki
Peygamberlerden herhangi birine, sadece bir nevî mucize verilmiştir. Onlardan
hiç birine her nevî mucize verilmiş değildir. Bizim Peygamberimiz'e ise, hem
her nevî mucize, hem de her nevî fazîlet ve üstünlük dahî verilmiş durumdadır.
[32]
İzzüddîn İbn-i Abdüsselâm da der ki:
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) taşın selâm
vermesi, O'ndan ayrılması sebebiyle kuru kütüğün inlemesi, parmakları arasından
su fışkırması gibi mucizeler de, O'nun özellikleri arasındadır. Zira bu gibi
mucizeler başka Peygamberlerden hiç birisine olmamıştır. Keza inşikâk-ı kamer
(ay'ın yarılması) mucizesi de O'nun bir özelliğidir."[33]
Nitekim Yüce Allah ilgili bazı âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir." [34]
"Sana da, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik..." [35]
"O, Resulünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki, Allah'a ortak koşanlar hoşlanmasa da o hak dîni, bütün dinlerin üstüne çıkarsın..." [36]
Bu konuda fikir beyân eden âlimlerden İbn-i Seb, şu son iki âyeti Peygamberimiz'in getirdiği şeriatın, kendinden önceki şerîatleri neshettiğine dâir, birer delil olarak zikretmiştir.
Ebû Nuaym, Ömer bin Hattâb'ın aşağıdaki hadisi naklettiğini kaydetmiştir. Bu kayda göre Ömer şöyle demiştir: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gitmiştim. Yanımda da, ehl-i kitâbtan bâzı dostlarımdan not ettiğim yazılar vardı. Bunları Hazret-i Peygambere okumak istemiştim. O, buna kızarak buyurdu ki: "Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Mûsâ (aleyhisselâm) bugün sağ olup aramızda bulunasaydı, ona, bana tâbi olmaktan başka bir şey düşmezdi!" [37]
Yüce Allah bir âyet-i celîlesinde şöyle
buyurur: "Biz, daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyetin hükmünü
yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturmayız..." [38]
Bu âyet-i kerime, Kur’ân'da nâsih ve mensûh
bulunduğunu açıkça haber vermektedir. Fakat bu, daha önceki kitaplarda
bulunmamakta idi. İşte bu sebepledir ki yahûdîler neshi inkâr etmişler, bunu
havsalalarına sığdıramamışlardır. Bunun sırrı ise şu idi: Daha önceki kitaplar
toplu olarak bir defa inerdi. Bunun için o kitaplarda hem nesneden, hem de
neshe uğrayan âyetlerin bulunması imkansızdı. Zira nesheden (yürürlükten
kaldırılan) bir âyetin bulunmasının şartı, neshettiği âyetten sonra inmiş
olmasıdır. Şüphesiz bu ise, bütün âyetleri aynı anda ve bir defada inmiş
bulunan bir kitapta mümkün olamazdı. Bu itibarla yahûdilerin kitaplarında da
böyle bir durum yoktu. İşte bu sebepten neshi inkâra düştüler. [39]
Evet, Peygamber Efendimiz'in
özelliklerinden biri de budur. Nitekim sahih bir hadîste şöyle buyurmuştur:
"Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetler bana, Arş'ın altındaki hazîneden
verilmiştir!"[40]
O tüm insanlara gönderildiği gibi tüm
insanları davet etmiş, davetine icabet eden ümmetinin sayısı da diğer
ümmetlerden çok olmuş aynı zamanda o, ins ve cinne gönderilmiştir! Hatta bir
kavle göre meleklere de peygamber olarak gönderilmiştir! Kendisine, hiç okuyup
yazmadığı halde Kur'an gibi bir kitap verilmiştir.
Yüce Allah, Kerîm Kitâbı'nda buyurur
ki: "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler!" [41]
Yüce Allah bir âyetinde de şöyle
buyurur; "Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı (hakkı
bâtıldan ayırma ölçüsü olan Kur'ân'ı) indiren hayır ve bereketi pek
çoktur!" [42]
Bu konuda Buhârî
ve Müslim Câbir'den şu hadîsi rivayet ederler: "Benden önceki
Peygamberlerden hiç birine verilmemiş bulunan beş şey, sâdece bana verilmiş
bulunmaktadır: Ben, bir aylık mesafeye korku salan bir Peygamberim, yeryüzü
bana mescid ve toprağından teyemmüm etmek üzere temiz kılınmıştır. Ümmetimden
herhangi biri, namaz vaktine nerede ulaşmış olursa namazını orada kılsın! Sonra
bana harplerde alınan ganimetler helâl kılınmıştır, halbuki bu, daha önce
hiçbir peygambere helâl kılınmış değildi. Bana şefaat verildi, bir de daha
önceki Peygamberler sâdece kendi kavimlerine gönderilirken, ben bütün insanlara
Peygamber olarak gönderilmiş bulunuyorum."
Bezzâr, Beyhekî, Ebû
Nuaym'in ve Târih'inde Buharî'nin İbn-i Abbas'tan
olan rivayetleri ise şöyledir: "Bana beş şey verildi ki, benden önceki
Peygamberlere bunlar verilmemişti: Arz benim için mescid ve tahûr kılındı;
Önceki Peygamberler ibâdet yerlerine varmadan namazlarını kılamazlardı. (Ben ve
ümmetim ise nerede vakit olursa orada namazımızı kılarız), benden bir aylık
mesafede bulunan müşriklerin kalbine Allah benim korkumu salmıştır; önceki
Peygamberler sâdece kendi kavimlerine gönderilirdi, ben ise ins ve cinne
gönderilmiş bulunuyorum; önceki Peygamberler elde ettikleri harb ganimetlerinin
beşte birini ayırır, ateş gelip onu yakardı... Ben ise ümmetimin fakirlerine
dağıtırım! Önceki Peygamberlerden her biri duasını yaptı ve duası kabul edildi.
Ben ise duamı, âhiret günü ümmetime şefaat olmak üzere saklamış
bulunuyorum!"
İbn-i Ebî Hatim ve
Kitâbü'r-Red ale'l-Cehmiye adlı eserinde Dârimî, Ubâde bin Samit’ten şöyle
naklederler. O demiştir ki: "Bir defasında Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl bana gelip:
"Yâ Muhammed, çık ve Rabbi'nin sana olan nimetlerini Onun kullarına
anlat!" dedi ve bana, insanlara anlatmak üzere on iki şeyi müjde etti ve
bunların daha önce hiç bir Peygambere verilmediğini bildirdi! Bu oniki şey ise
şunlardı:
1- Allah'ın beni bütün insanlara
göndermiş olması, cinleri dahi uyarmakla me’mûr oluşum,
2- Hiç okur-yazar olmadığım halde bana
kitabını indirmiş olması ve Cebrâîl vasıtasıyla
bildirmiş olması,
3- Gelmiş geçmiş bütün günahımın
bağışlanmış olması,
4- Bana Kevser verilmesi,
5- Melekleriyle beni te'yid buyurmuş
olması,
6- Savaşlarda bana zafer vermesi,
7-
Önümüzdeki bir aylık mesafede bulunan düşmanlara benim korkumun salınmış
olması,
8- En büyük havzın bana verilmiş
olması,
9- Okunan ezanlar vasıtasıyla adının
yükseltilmiş bulunması,
10- Kıyamet günü Makâm-ı Mahmûd'un bana
verilmesi,
11- Kabrinden ilk kalkacak olanın ben
olmam,
12- Cennete benim şefaatimle yetmiş bin
kişinin sevkedilecek olması ki bunlar, hiç hesaba çekilmeden doğruca cennete
girecek olanlarıdır. Ve ben
cennete girdiğim zaman Rabbim beni cennetin en yüksek makamına çıkaracaktır!
Benim makamımdan daha yüksekte, sâdece Arş'ı yüklenen melekler bulunacaktır...
Bu meyanda (bana verilen bu on şey arasında) bana sultanlığın verilmiş olması
ve ganimetlerin helâl kılınması da vardır. Halbuki bu, bizden evvel hiç bir
kimseye verilmiş değildir." [43]
Ebâ Ya'lâ, Taberânî ve Beyhekî İbn-i
Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Allah, Muhammed (aleyhisselâm)'ı bütün
gök ehli ve Peygamberler üzerine üstün kılmıştır." Bunun üzerine bâzıları
da: "Ey İbn-i Abbâs, Peygamberimiz'in gök ehli üzerine
olan üstünlüğü nedir?" diye sormuş. Cevabında da İbn-i
Abbâs şöyle demiştir:'Yüce Allah, gök ehli hakkında:
"Onlardan (yâni meleklerden) her kim: "Ben, O'ndan başka bir
tanrıyım!" derse onu cehennemle cezalandırırız!" buyurmuştur. [44]
Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) için ise: "Habîbim, biz sana
apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah senin günahından geçmiş ve gelecek olanı
bağışlasın! Bütün tasalarını gidersin ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru
bir yola iletsin" buyurmuştur. [45]
İbn-i Abbâs'ın bu
konuşmasından sonra, oradakilerden biri: "Peki, Peygamberimiz'in diğer
Peygamberler üzerine olan üstünlüğünü nasıl ifade edersin?" dedi. O da şu
cevâbı verdi: "Yüce Allah, Peygamberler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Biz her bir Peygamberi ancak kendi kavminin lisanı ile gönderdik."
[46] Bizim Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) için ise
şöyle buyurmaktadır: "Yâ Muhammed, biz seni ancak bütün insanlara müjdeci
ve uyarıcı olarak gönderdik, fakat insanların çoğu bilmezler." [47]Evet,
yüce Allah, son elçisi Muhammed (aleyhisselâm)'ı bütün
insanlara ve cinlere Peygamber olarak göndermiştir."
İbn-i Sa'd ise, bu
konuda Hasan-i Basrî’den rivayette bulunur. Buna göre Hasan demiştir ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hadîslerinin
birinde şöyle buyurmuştur:
"Ben, benim zamanımda yaşamakta
olan kimselere ve benden sonra doğacak bulunan insanlara Peygamber olarak
gönderildim!"
Müslim'in Enes'ten bir
rivayetine göre de Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Peygamberler içinde
ümmeti en çok olan, şüphesiz benim."
Yine bu hususta Ebû Hüreyre'den bir
rivayette bulunan Bezzar, onun şöyle dediğini bildirmiştir:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Kıyamet günü, benimle beraber ümmetim de gelir. O kadar çok olurlar ki,
sanki selin ve
Yine Müslim,
Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Hiç bir Peygamberi, beni tasdik ettikleri
gibi (çok sayıda insan) tasdik etmemiştir! Hattâ ümmetinin tamâmı, bir kişiden
ibaret bulunan Peygamber dahî vardır." [49]
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in bütün ins ve cinne Peygamber olarak gönderilmiş bulunduğunda, icmâ ve ittifak vardır. Meleklere dahî Peygamber olarak gönderilmiş olduğu üzerinde ise ihtilâf edilmiştir. İmâm-ı Sübkî'nin tercîh ettiği; meleklere dahî gönderilmiş olmasıdır. Abdürezzak'ın Ikrime'den rivayeti göz önüne alınarak buna delil getirilmek istenilmiştir. O rivayet ise şöyledir. "Yeryüzündekilerin safları, gökyüzündekilerin safları üzerindedir. Yeryüzünde söylenen bir "Âmîn!" gökyüzündekilerin söyledikleri "Âmîn!" sözüne rastladığı zaman, biliniz ki Allah kulunu atfetmiştir." [50]
Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), bütün âlemlere hattâ kâfirlere bile rahmet olarak
gönderilmiş ve gerçekten rahmet olmuştur. Nitekim Peygamberimiz gönderildikten
sonra, kâfirlerin bu dünyâdaki azabları da te'hîre uğratılmıştır. Daha önceleri
Peygamberlerini yalanlıyan kavîmlerin azablarının acele verildiği gibi,
azabları verilmez olmuştur.
Bu hususta yüce Rabbimiz, Kerîm
Kitâbı'nda şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, biz seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik!" [51]Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak İbn-i
Abbâs hazretleri şöyle demiştir: "Her kim Muhammed (aleyhisselâm)'a îmân
ederse, Muhammed (aleyhisselâm)'ın onun hakkındaki rahmet oluşu,
dünyâda ve âhirette tamamlanmış olur. Eğer îmân etmeyecek olursa, daha önceki
ümmetlerin derhal uğradıkları azaptan afiyet bulmuş, dünyâdaki azabı âhirete
te'hîr edilmiş olur."
Yüce Allah, bir âyet-i celîlesinde de
şöyle buyurmaktadır: "Sen onların içinde bulunduğun müddetçe, Allah onlara
azâb edecek değildir." [52]
Ebû Nuaym'in Ebû
Umâre'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
"Allahü teâlâ beni, gerçekten
bütün âlemlere rahmet ve müttekî kulları için de bir vesîle-i hidâyet olarak
göndermiştir!"
(Bu husustaki hadislerin biri de
şöyledir: "Ben ancak, bir rahmet ve hidayetim!" Diğer bir rivayet ise
şu şekilde gelmiştir: "Allah beni, gerçekten bir rahmet ve hidayet olarak
göndermiştir! Bazı insanlar benim sayemde en yüksek derecelere yükselir, bazıları
da yine benim sebebimle en aşağı derekelere yuvarlanır.")
Müslim'in Ebû
Hüreyre'den rivayeti ise şöyledir: "Ben ancak bir rahmet olarak
gönderildim, yoksa azab olarak gönderilmedim!"[53]
Yüce Allah, Kerim kitabında buyurur ki:
"Ey Resulüm, senin ömrüne andolsun ki, onlar, o sarhoşlukları içinde
bocalıyorlardı!" [54]
Ebû Ya'lâ, İbn-i
Merdûye, Beyhekî, Ebû Nuaym ve İbn-i
Asâkir, İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Yüce
Allah, yarattığı kulları ve varlıkları içinde kendisine Muhammed (aleyhisselâm)'dan daha
sevgili birini yaratmamıştır ve Muhammed (aleyhisselâm)'ın
hayatından başka birinin hayatı üzerine and da vermemiştir. Nitekim ilgili
ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Resulüm, senin hayatına andolsun ki,
onlar, o sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı!" İşte bu âyet-i celile,
sizlere söylediğim hususun delilini teşkil etmektedir."
Ayrıca İbn-i Merdûye Ebû Hüreyre'den
şöyle nakletmiştir: Ebû Hüreyre bu tesbite göre demiştir ki: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bu ayet-i celile üzerinde konuştu ve buyurdu ki:
"Allah, Muhammed'in hayatından başka bir kimsenin hayatı ile and
içmemiştir." Peygamberimiz böyle buyurdu, sonra ilgili ayet
okudu."[55]
Peygamber Efendimiz'in bir özelliği de, şeytanının müslüman oluşu ve hanımlarının da daima kendisine yardımcı olmaları idi. Nitekim bu hususta da Efendimiz'in bazı hadisleri bulunmaktadır.
Bezzâr'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Ben diğer Peygamberlere karşı şu iki hasletle de üstün kılınmışımdır: Benim şeytanım kâfir idi. Allah'ın bana olan yardımı ile, benim şeytanım müslüman olmuştur."
Bezzâr'ın rivayetine göre, Ebû Hüreyre bu birinci özelliği söyledikten sonra, ikinci özelliği unuttuğunu beyan etmiştir.
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın İbn-i Ömer'den olan rivayetinde ise her iki haslet beyan edilmiş ve şöyle denilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben Âdem'e karşı şu iki hasletle üstün kılındım: Benim şeytanım kafir idi, Allah bana yardım etti de müslüman oldu ve benim hanımlarım, hep bana destek ve yardımcı oldular. Âdem'e gelince: Onun şeytanı kafir idi. Hanımı da, cennette irtikab edilen hatada kendisine yardımcı olmuştur."
Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayeti ise şöyledir:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizlerden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, her birinizin hem bir şeytanı, hem de kendisinden ayrılmayan bir şeytanı vardır" buyurdu. Bunun üzerine ashab: "Ey Allah'ın elçisi, buna sen de dahil misin?" dediler. Peygamberimiz de verdiği cevabda: "Evet, fakat yüce Allah bana yardım etti de benim şeytanım müslüman oldu, artık bana sadece hayır ve iyilikle emreder" buyurdu. [56]
Bu konuda Ebû
Nuaym der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in
bir özelliği de; Allah'ın diğer Peygamberlere hitap şekli ile Peygamberimiz'e
olan hitap şeklini ayırmış olmasıdır. Bu suretle yüce Allah, Resûlü'ne verdiği
şeref ve kıymeti artırmıştır. Şöyle ki: Önceki ümmetlerde peygamberlerine
karşı: "Râinâ, sem'ake! = Bize kulak ver, bizi gözet!" gibi bir hitap
şekli vardı. Daha sonraları da yahudiler bunu bir hakaret şekline sokmuşlardı.
Allahü teâlâ bunu, bu ümmete yasaklamıştır. Müslümanların bu şekilde
Peygamberlerine hitab etmeleri yasaklanmıştır. Nitekim bir ayet-i celile, bunu
yasaklar ve şu mealdedir: "Ey mü’minler, Peygamberinize karşı;
"Râinâ, bizi gözet!" demeyiniz! "Un-zurnâ, bize bak"
deyiniz ve o'na itaat ediniz! Biliniz ki kafirler için acı bir azâb
vardır!" [57]
Alimlerimiz bu konuda demişlerdir ki:
Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e Kur'an'da hiç adıyla çağırmamış olması da,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e
ait özelliklerden birini teşkil eder. Ki, Rabbimiz, O'na Kur'an'da hep lakabı
ve sıfatları ile hitap etmiştir. Buna dair ayetler çoktur. Şimdi onlardan bazılarını
hatırlatalım: Bir ayet-i celilesînde yüce Allah:
"Yâ eyyühen-nebiyyü! (ey
Peygamber)" buyurmuş.
Bir ayetinde: "Ey Resul!"
diye hitap etmiş, diğer bir ayette: "Ey Müddessir!" demiş, bir diğer
ayette de: "Ey Müzzemmil!" diye O'na hitapta bulunmuştur.
Daha önceki Peygamberlere ise isimleri
ile hitabda bulunmuştur.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki; "Yâ Âdemü, Yâ
Nuhu, Yâ İbrahimü, Yâ Mûsâ, Yâ Îsâ, Ya Davûdu" gibi hitablar; açıkça
bunu göstermektedir. [58]
Ebû Nuaym, bu konuda der ki: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, ümmetinden herhangi birisinin, O'na adı ile çağırmasının haram kılınmış olmasıdır. Fakat bu, daha önceki ümmetlerde böyle değildi. Onlar, Peygamberlerini adıyla çağırabiliyorlardı. Allah Teâla öncekilerin durumunu bizlere hikaye eder ve buyurur ki:
"Dediler ki: Ey Mûsâ, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap! Mûsâ da dedi ki: Siz hakîkaten câhil bir topluluksunuz!" [59]
Diğer bir âyet-i celılesinde de şöyle buyurur; "Havariler demişlerdir ki: Ey Meryem oğlu Îsâ..." [60]İşte öncekiler için âyetlerin haber verdiği durum böyle...
Yüce Allah'ın bu ümmet için olan emri ise şöyledir: "Peygambere çağırmayı (veya Peygamberin çağırmasını) herhangi birinizin çağırılması gibi tutmayınız!..." [61]
Yukarıda geçen âyet-i kerîme ile ilgili olarak Ebû Nuaym Dahhâk tarikıyla İbn-i Abbâs'tan şu rivayette bulunur: İbn-i Abbâs demiş ki: "Müslümanlar önceleri Peygamberimiz'e ismiyle hitâb ediyorlar ve: "Ey Muhammed, Ey Ebû'l-Kâsım!" diyorlardı. Allahü teâlâ, bu şekilde peygamberine hitâb edilmesini müslümanlara yasakladı ve bu yasak ile Peygamberinin büyüklük ve şerefini artırmış oldu. Bu yasaktan sonra müslümanlar da: "Yâ Nebîyyallah! Yâ Resûlallah!" diye hitâb eder oldular."
Yine yukarıda geçen âyetle ilgili rivayetlerden biri de şudur: Beyhakî, Alkama ile El-Esved'ten rivayet ediyor. Onlar şöyle demişler; "Allah bu âyetle müslümanlara: "Ey müslümanlar, sizler Peygamberinize "Ey Muhammed" diyerek hitap etmeyiniz, "Yâ Nebiyyallah, Yâ Resûlallah!" diyerek hitap ediniz, diye emretmektedir."
(Ebû Nuaym'ın Hasan-ı Basri ile Said bin Cübeyr'den olan rivayeti de bu mealdedir. Keza Katade'den sevkettiği rivayet de bu merkezdedir. Bunların hepsinin özeti; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşurken İslâmi edebi takınmaktır. Bu da, yukarıdaki ayetin emrini yerine getirmek, aynı zamanda Peygamber'in bedduasından da sakınmaktan ibarettir. Bu da, bu hususta verilen ikinci mananın hükmüne riayetten ibarettir.)"[62]
İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî Âişe'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) bu hususta buyurdu: "Kabir fitnesine gelince: Sizler
kabirlerinize konulduğunuzda benden yana imtihana çekilir, bir soru ile
karşılaşırsınız. Allah'ın iyi kullarından biri, kabrinde oturtulup da benden
yana sorguya çekildiği zaman, şu karşılığı verir: "Evet Muhammed (aleyhisselâm),
Allah'ın bizlere gönderdiği Resûlü'dür!" Melekler de ona, cennetteki
yerini gösterirler. (Eğer o kul, mü’min değil de kafir veya münafık ise, benden
yana sorguya çekildiği zaman; "Ben aslında bilmiyorum. İnsanlar onun
hakkında ne söylemişlerse, ben de onu söylemiştim. Hakikatte Allah'ın elçisi
olup olmadığını bilmem" der. Sorucu melekler tarafından bu kula denilir
ki: "Evet, hakikati bilmedin ve bilene de uymadın! Şimdi layık olduğun
cezanı çek!" Sonra ensesine demirden bir çekiçle ve şiddetle vururlar. O
da öylesine bir sayha atar ki, bütün yakınmdakiler duyar. Sa'dece insanlar ve
cinler bunun farkına varamazlar."[63]
Evet, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz'in özelliklerinden birisi de, O'nun avret yerinin
başkaları tarafından hiç görülmemiş olmasıdır. Eğer, herhangi bir kimse O'nun
avret yerini görmüş olsa idi, muhakkak o kişinin gözleri kör olurdu. Buna dair
bir de hadis bulunmaktadır. Biz bu ilgili hadisi, Peygamberimiz’in vefatına
dair olan ve ileride gelecek bulunan bölümde vereceğiz. [64]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, Ölüm meleği Azrail'in O'nun yanına O'ndan izin alarak girmesidir. Buna dair bazı rivayetleri, ilerdeki "Peygamberimizin vefatı" bölümünde kaydedeceğiz. Şahsen ben, el-Berzah adlı kitabımda Azrail (aleyhisselâm)'ın; izin almaksızın İbrâhim (aleyhisselâm)'ın, Musa ve Davud (aleyhisselâm)'ın üzerlerine girdiğim kaydetmiştim." [65]
Bu hususta Yüce Allah, Kerim Kitabında
buyuruyor ki: "Sizin Allah Resûlü'ne eziyet etmeniz ve kendisinden sonra
O'nun hanımlarını nikahlamanız, asla olmaz! Çünkü bu, Allah katında büyük bir
günahtır!"
Halbuki bu, daha önceki Peygamberlerde
böyle değildi. Sâre validemizin o zalim hükümdarın yanında geçen kıssası ve
İbrâhim (aleyhisselâm)'ın Sâriye hakkındaki; "bu benim
kardeşimdir" sözü, aynı zamanda İbrahim'in Sâriye'yi o sırada o Cebbar'ın
nikahlaması için boşamak istemesi göz önüne alındığında; diğer Peygamberlerden
herhangi birinin hanımının başkası tarafından nikahlanmasının haram olmadığına
delil sayılabilir." [66]
Hakim ve Beyhekî
Huzeyfe'nin, kendi hanımına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey hanımım,
eğer sen cennettâ de benim hanımım olmayı arzu edersen, benden sonra başkası
ile evlenmemelisin! Zira cennetlik bir kadının cennetteki kocası, dünyada iken
en son kocası kim ise odur." [67]
İşte Huzeyfe'nin dile getirdiği bu
sebebtendir ki, Peygamberimizin hanımlarının, O'ndan sonra bir başkası ile
evlenmesi haram kılınmıştır. Zira Peygamberimizin hanımları, cennette de
Peygamberimizin hanımları olacaktır. Sonra Peygamberimizin hanımları, bütün mü’minlerin
analarıdırlar. Bu bakımdan da onlardan herhangi birinin, bir başkası tarafından
nikah edilmesi mümkün değildir. Aksi halde böyle bir şey, Peygamber
Efendimiz'in çok yüksek makamına da ters düşerdi. Sonra, Peygamber Efendimiz
vefatından sonra da kabrinde diri bulunmaktadır. Bu bakımdan da, böyle bir şey
doğru olamazdı. [68] Bu yüzdendir ki el-Mâverdi, Peygamberimiz’in vefatından
sonra hanımlarının dört ay on Ahzab suresi, 53 günlük ölüm iddetini çekmelerine
gerek olmadığına dair bir söz nakletmiştir. Peygamberimizin bayatta iken
ayrıldığı hanımı ile bir başkasının nikahlanmasının haram olup olmadığında ise
bir kaç söz vardır. Bunlardan biri: Onun da başkası ile evlenmesinin haram
oluşudur. İmâm-ı Şâfn bunu savunmaktadır. Ayetin umumuna bakarak el-Ravzâ'da
sahih görülen mezheb de budur.
"Peygamberimiz'den sonra"
denilince; Peygamberimiz'in vefatından sonra demek değil "Peygamberimiz'in
nikahlamasından sonra" demektir. [69] Tabii bunun zıddim söyleyenler de
olmuştur. Üçüncü söz: Peygamberimizin hanımlarından Peygamberimizle birleşmesi
gerçekleşmiş olanların bir başkası tarafından nikah edilemeyeceği; nikahtan
sonra birleşme gerçekleşmeden ayrılanın, bir başkası tarafından nikah
edilebileceği merkezindedir. Nitekim el-Şerhu's-Sağir'da bildirildiğine göre,
İmâm-ı Haremeyn ile İmâm-ı Rafii, bu sözü seçmişler ve sahih görmüşlerdir. Buna
delilleri de, Eş'aş bin Kays'ın, Peygamberimiz'den birleşme gerçekleşmeden
ayrılmış bulunan el-Müsteize ile evlenmiş olmasıdır. [70] Eş'aş, bu kadın ile
evlendiği zaman; bunu haber alan halife Ömer, Eş'aş'ı recm
ettirerek öldürtmek istemişti. Fakat kendisine, bu kadın ile Hazret-i
Peygamber arasında nikahtan sonra birleşme gerçekleşmemiş olduğu
haber verilmiş, o da bundan vazgeçmiştir, ihtilâf, Peygamber Efendimiz'in:
"Allah ve Resulü ile dünyayı seçmek" arasında kendilerini serbest
bıraktığı zaman dünyayı seçerek Peygamberimiz'den ayrılmış olanın üzerinde de
vardır. İmâm-ı Haremeyn ile İmâm-ı Gazali arasında en sahih görülen; böylesinin
nikah edilmesinin helâl olduğu şeklindedir. Hatta bazıları buna kesin olarak
hükmetmiştir. Zira Peygamber Efendimiz'in onları muhayyer bırakmasının hikmeti
ancak bu şekilde anlaşılır, demişlerdir. Onlar da, dünyayı değil de, Allah ve
Resûlü'nü seçince, dünyada da, çenette de Resûlüllah Efendimiz'in hanımları
olma mükafatını kazanmışlardır."[71]
Ebû Nuaym demiştir
ki: Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun savunucusunun Allah
olmasıdır. Bu, daha önceki Peygamberlerde böyle değildi. Peygamber, kavmine
karşı kendisini, kendisi savunur, onların inkar ve itirazları karşısında,
onlara cevaplar vererek kendini müdafa ederdi. Mesela Nuh (aleyhisselâm),
kavminin itirazları karşısında kendini savunmuş ve onlara: "Ey kavmim,
bende bir sapıklık yok, ben, âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir
elçiyim!" demiştir. [72]
Keza, Hud (aleyhisselâm) da,
kavminin kendisini beyinsizlikle itham etmeleri karşısında demiştir ki:
"Ey kavmim, bende bir beyinsizlik yok. Ben âlemlerin rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim." [73]
Diğer Peygamberlerin de, bu şekilde
kavimlerine karşı kendilerini savunduklarını görüyoruz. Bizim Peygamberimizi
ise, kendisinin yerine Allah müdafa etmiştir. Kavminin ve düşmanlarının
kendisine yönelttikleri şeylere karşı, bizzat Allah cevab vermiştir. Nitekim
bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmuştur: Kâleme ve yazdıklarına andolsun! Sen,
Rabbinin sana olan nimeti sayesinde, mecnun değilsin!" [74]
Diğer bir ayet-i celilesinde de şöyle
buyurmuştur: "Akan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız sapmadı, azmadı! O,
havadan konuşmaz. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir."
[75]
Bir ayeti de şu mealdedir: "Biz
ona (Muhammed'e) şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da. O'nun size getirdiği,
sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır!" [76]Bizim bu söylediğimizi
teyid eden başka ayetler de vardır. [77]
Yine Ebû Nuaym der ki: Peygamberimiz'in
bir özelliği de, yüce Allah'ın O'nun risâleti (elçiliği) üzerine and içmiş
olmasıdır. Nitekim Yâsîn Sûresinin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: "Yâsîn.
Şu hikmetli Kur'an'a andolsun, sen elbette gönderilmiş elçilerdensin!"[78]
Evet, Peygamber Efendimiz'in özellikleri arasında, böyle iki kıbleyi ve iki hicreti cemetmiş olmak gibi hasîsalar (Özellikler) bulunmaktadır. [79]
Şeyh îzzüddin bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, Allahü teâlâ'nın; vahiy çeşitlerinden her biri ile O'nunla konuşup kelâm etmiş olmasıdır. Bu vahiy çeşitleri ise üçtür: Birincisi: Sâdık rü'yâ, ikincisi: Vasıtasız kelâm (konuşma), Üçüncüsü de Cebrâîl vasıtasıyla konuşmadır." [80]
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in özelliklerinden bâzıları da şunlardır: Bir aylık mesafeye korku salması ki, bir aylık ön tarafındaki mesafeye, bir aylık da arka tarafındaki mesafeye şâmildir.
Ahmed, İbn-i Ebâ Şeybe ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Peygamberlerin hiç birine verilmeyen bana verildi: Bir aylık mesafedeki düşmanıma korku salmışımdır. Yeryüzünün hazîneleri verilmiş, Ahmet adı verilmiş, toprak temiz kılınmış, ümmetim de en hayırlı ümmet kılınmıştır."
Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayeti ise şöyledir: "Ben, altı şeyle diğer Peygamberlere üstün kılınmışımdır: Bana cevâmiu'l-kelim [81] verilmiş, düşmanıma korku salınmış, ganimet helâl kılınmış, yeryüzü mescid ve temiz kılınmış ve ben bütün halka Peygamber olarak gönderilmişim ve Peygamberlik benimle son bulmuştur,"
Taberanî de bu hususta Sâib bin Yezîd'den bu mealde bir hadîs rivayet etmiştir. Bunda ise önemli bir fark: "Ve ümmetim için şefaatimi saklamış bulunuyorum" buyurulmuştur. [82]
İmâm-ı Gazali, Peygamber Efendimiz'de gerek Peygamberliğin, gerek sultanlığın toplanmış olması hususunda îhya'sında şu beyanda bulunmuştur: "Nübüvvet, mülk ve saltanatın kendisinde birleşmiş olduğu içindir ki, diğer Peygamberlerden daha üstün olmuştur. Zira yüce Allah, O'nun bunları kendisinde taşıması sebebiyledir ki, dîni de, dünyâyı da salâha (iyilik ve düzene) kavuşturmuştur."
Beyhakînin Katâde'den, Peygamber Efendimiz'in Cenâb-ı Hakk'tan "sultan-ı nasır" yâni yardımı dokunan bir güç ve kuvvet, destekliyen bir delîl istemesiyle ilgili bulunan âyet hakkında, bir nakilde bulunur. Bu İsrâ Sûresi'nin 80. âyeti olup şu mealdedir:
"De ki: "Rabbim, beni doğruluk girdirişiyle girdir, beni doğruluk çıkarışıyla çıkar. Bana katından bir sultân-ı nasır, yardımı dokunan bir kuvvet ver!" [83]
İşte Katâde, bu hususta şöyle demektedir: "O, böyle dua etti. Allah da kendisini, doğruluk çıkarışıyla Mekke'den çıkardı ve doğruluk girdirişiyle Medine'ye girdirdi. Eğer kendisine lütfettiği bir güç ve kuvvet olmasaydı, O bu şekilde Mekke'den çıkıp selâmetle Medine'ye varamazdı. Aynen bunun gibi O; Allah'ın kitabını tebliğ ve tatbik edebilmek, Kitâbullah'ın emir ve hudutlarını koyabilmek için de Allah'tan sultan-ı nasîr taleb etmiş; Allah da kendisine bu gücü ve desteği vermiştir. Yoksa bunda muvaffak olamazdı. Allah'ın lütfettiği, bu yardımı dokunan bir güç ve kuvvettir ki, aynı zamanda Allah'ın bir rahmeti olarak tecellî etmiştir de, kullar birbirine karşı anlayışlı ve yardımcı olmuşlardır. Yoksa, Allah'ın bu yardımı ve rahmeti bulunmasa; insanların kuvvetlileri zayıflarını yer, insanlık mahvolurdu."
Buharî ve Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde: "Ben etrafıma korku salmakla Allah'ın yardımına mazhar oldum ve bana devamlı kelim verildi. Ben uyurken bana geldiler ve yeryüzünün hazînelerinin anahtarlarını teslim ettiler" diye buyurmuştur! Evet Peygamberimiz böyle buyurmuştu amma, şimdi sizler dünyâ malına ve nimetlerine dalmış bulunuyorsunuz..."
İbn-i Şihâb der ki: Bana ulaşan bilgiye göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e verilmiş bulunan "Cevâmiu'l-Kelim" Yüce Allah'ın pek çok şeyi O'nun için cemetmiş olmasıdır ki, bunlar, daha önceleri bir veya birkaç hususta ilâhî vahiyle yazılıp tesbît edilmiş bulunan şeylerdir, İşte bunların hepsi, bizim Peygamberimiz'e toplu olarak verilmiş bulunmaktadır.
Güzel bir senedle Taberâni, Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Cebrâîl ile birlikte Safa tepesinde bulunuyordu. Buyurdu ki: "Ey Cebrâîl, Muhammed'in ev halkı için evlerinde, ne bir avuç un, ne de bir avuç sevîk bulunmaktadır. Onların akşamleyin hiçbir yiyeceği bulunmamaktadır!" Peygamberimiz bunu söyler söylemez, bir duvar yıkılıyormuş gibi semâdan bir ses duyuldu ve derhal İsrâfîl (aleyhisselâm) gelip şöyle bir teklifte bulundu: "Allah, senin dediğini duymuş ve beni sana göndermiş bulunuyor! Yeryüzünün bütün hazînelerinin anahtarlarını sana getirmiş bulunuyorum! Eğer sen istersen, bütün Tihama Dağlarım seninle beraber zümrüt, yakut altın ve gümüş olarak taşıyacağım! Dilediğin yerde dilediğin kadar harcarsın... Eğer istersen, hükümdar bir Peygamber olursun, istersen kul Peygamber olursun! Ben, bunu sana arz etmekle mükellef ve me’mûrum! Dilediğini seç ya Resulallah!" Bu sırada Cebrâîl (aleyhisselâm), Peygamber Efendimiz'e, "Tevâzû' gösterip kul Peygamber olarak kalmayı tercih etmesi" hakkında işarette bulunur... Peygamber Efendimiz de:
"Bil'akis ben, kul Peygamber olmayı seçiyorum!" diye üç defa tekrarlamış, "Kul Peygamber" olmayı tercih buyurmuşlardır."
İbn-i Sa'd ve Ebâ Nuaym Ebû Ümâme'den rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Rabbim bana, Mekke Vadisini altın yapmayı teklif etti de ben: "Hayır Rabbim, ben bunu istemem, bil'akis ben, bir gün doymayı, bir gün de aç kalmayı tercih ederim! Aç kaldığım gün, Sana yalvarıp yakarırım; tok olduğum günde Sana şükür ve hamdederim!" dedim."
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet eder: Bir gün ansardan bir kadın, benim odama geldi. Bu sırada Peygamber efendimiz'in yatağına gözü ilişti. Onu, ikiye katlanmış bir aba şeklinde görünce yadırgadı. Kalkıp evine gitti. Bana, içine yün doldurulmuş bir yatak gönderdi. Biraz sonra da Resûlüllah eve geldi ve o kadının gönderdiği yatağı görünce: "Yâ Âişe, bu nedir?" dedi. Ben de durumu kendisine anlattım. Derhal: "Bunu, o kadına iade et" buyurdu. Ben ise, doğrusu bu yatağı göndermek istemediğimden "peki" diyemedim. Çünkü yatak çok hoşuma gitmişti. Fakat, Peygamber Efendimiz: "Âişe, bu yatağı o kadına gönder!" diye tekrarlayınca, göndermeye mecbur kaldım. Üçüncüsünde Efendimiz: "Âişe, bunu iade et! Vallahi eğer ben istemiş olsaydım, Allah benim yanımda altından ve gümüşten dağlar yürütürdü" buyurmuştu.
İbn-i Ebî Şeybe Müsned'inde ve Ebû Ya'lâ Ebû Musa'dan naklederler. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz bir hadisinde: "Bana kelime ve sözlerin en güzeliyle başlayıp en güzeliyle bitirmek ve en veciz bir şekilde konuşmak hassası verilmiştir" buyurdu.
Ahmed ve sahih bir senedle Taberani İbn-i Ömer'in şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: "Bana, her şeyin anahtarı ve ilmi verildi. Sâdece beş gayb'ın ilmi verilmedi. Bu beş şeyin ilmine, ne bir melek-i rnukarreb, ne de bir nebiyy-i mürsel vakıf olamaz! Şüphesiz kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, sadece Allah'a mahsustur!" [84]
(Yine Ahmed ve Ebû Ya'lâ'nın İbn-i Mes'ud'dan olan rivayetleri de, bu meal ve merkezdedir.)
Ahmed, Ebû Said el-Hudri'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Önceki Peygamberlerden her biri, ümmetini deccâl fitnesinden mutlaka sakındırmış tır! Bana ise bu hususta daha fazla bilgi verilmiştir: Biliniz ki, deccâlin bir gözü kördür. Allah ise körlükten münezzehtir." [85]
İbn-i Seb' demiştir ki: Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bazı özellikleri de şunlardır: O abdest almak ister fakat
su bulamazsa, ellerini uzatır, parmaklarından akan su ile abdestini alırdı.
[86]
O, Allah'ın habibi, halili ve kelimi
olmuştur. Allah O'nunla, hiç bir meleğin ve Peygamberin ayak basmadığı yüce bir
makamda, Kâbekavseyn makamında kelâm söylemiştir ve yeryüzü kendisi için
durulmuştur."
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) göğsünün açılması, vizrinin (sırtındaki yükünün)
indirilmesi, zikrinin yükseltilmesi (adının Allah'ın adıyla birlikte anılması),
gelmiş-geçmiş günahlarının bağışlandığına dair söz verilmesi, Allah'ın dostu
olması, Âdem Oğullarının efendisi ve bütün yaratılmışların en
faziletlisi kılınması, bütün Peygamberlerden ve meleklerden üstün kılınması,
ümmetinin kendisine arzedilerek onların tamâmını görmüş olması, tâ kıyamete
kadar ümmetinin içinde meydana gelecek olayların kendisine gösterilmesi,
Besmele'nin, Fâtiha'nın, Ayetel Kürsinin, Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetlerin
kendisine verilmesi, aynı zamanda âyet sayıları yüzü, iki yüzü geçen uzun ve
mufassal Kur'ân sûrelerinin kendisine verilmiş olması gibi hususlarda, O'nun özellikleri
arasında yer alırlar... Nitekim ilgili âyetlerde de buna dâir açık beyânlar
bulunmaktadır. İşte inşirah sûresinin ilk âyetleri ki şu mealdedir:
"Habîbim, biz senin göğsünü açmadık mı? ve indirmedik mi senin üzerinden
yükünü? Ki o, ağırlığından sırtim çatırdatmıştı. Ve senin şanını yükseltmedik mi?" [88]
Fetih sûresinde de şöyle buyurmaktadır:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik! Tâ ki Allah senin günâhından, geçmiş ve
gelecek olanı bağışlasın, bütün tasalarını giderip sana olan nimetini
tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin!" [89]
Bezzâr, güzel bir
senedle Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz
buyurdular ki: "Ben, diğer Peygamberlere karşı altı şeyle üstün kılındım
ki bunlar, başka hiçbir Peygambere verilmemiştir. Şöyle ki:
1- Benim geçmiş bütün günahlarım
bağışlanmış,
2- Ganimetler helâl kılınmış,
3- Ümmetim en hayırlı ümmet kılınmış,
4- Yeryüzü mescid ve tahûr kılınmış
5- Bana Kevser verilmiş,
6- Bir aylık mesafedeki düşmanlarıma
korku salınmıştır. Varlığım elinde olana yemin ederim ki, sizin arkadaşınız,
kıyamet gününde "Livâü'l-Hamd" adh sancağın sahibidir! Âdem'den bu
tarafa herkes onun gölgesinde bulunacaktır... [90]
Şeyh îzzüddln bin Asdüs-Selâm der ki:
Allahü teâlâ'nın, O'nun gelmiş geçmiş günahlarının bağışlanmış olduğunu haber
vermesi; O'nun bir özelliğidir! Başka bir Peygamber için böyle bir şey
buyurulmamıştır. Nitekim mahşer yerinde diğer bütün Peygamberlerin "nefsî,
nefsî..." diye çağıracak olmaları da bunu göstermektedir."
Müfessir İbn-i Kesir ise, Tefsîr'inde
fetih âyetini açıklarken şöyle demektedir: "İşte bu, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden birisidir! O'nun bu özelliğine, diğer
Peygamberlerden hiç biri ortak değildir."
Taberâni, Beyhekî ve Ebû
Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler:
Peygamberimiz bir defasında buyurdular ki: "Ben, Rabbime mürâcât edip bir
şey istedim. Fakat keşke böyle bir istekte bulunmamış olsaydım, diyordum...
Dedim ki: "Ey Rabbim, benden önce gönderdiğin Peygamberlerden öyleleri var
ki, ölüyü diriltmiş... Bâzısına rüzgarı müsahhar kılmışsın (emrine
vermişsin...)" Rabbim bana buyurdu ki: "Habîbim, seni yetim olarak
bulup da barındırmadık mı? Seni yolunu şaşırmış bulub da yola kılavuzlamadık
mı? Fakirdin de zengin kılmadık mı? Sırtim çökerten yükünü sırtından indirmedik
mi? Zikir ve sânim çok yüce kılmadık mı?" Ben de Rabbim'e cevaben:
"Evet, yâ Rabbi!" dedim." [91]
İbn-i Sa'd,
Mücemmi' bin Cariyeden nakleder. O şöyle der: Bizler, Hudeybiye'den dönüp
Medineye doğru giderken Dacnân denilen bir yere geldiğimizde, bir çok
kimselerin atlarını hızla sürerek Resûlüllah Efendimiz'e doğru ilerlediklerini
ve ilerlerken de "Resûlüllah'a bâzı âyetler inmiş, onları dinleyip
belleyelim!" dediklerini duydum... Tabu ben de atımı hızla sürerek
Resûlüllah'ın yakınına vardım... Bir de ne görelim, Resûlüllah Efendimiz:
"Biz sana, gerçekten açık ve büyük bir fetih verdik..." mealindeki
âyeti okumaktadır. Cebrâîl (aleyhisselâm), bu
âyeti indirdiği zaman Peygamberimizin fethini tebrik etmiş... Bizler de
Peygamberimiz'e tebriklerimizi sunduk..." [92]
İbn-i Cerîr, İbn-i
Ebî Hatim, Ebû Ya'lâ, İbn-i Hıbbân ve Ebû
Nuaym Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet ederler. O da Resûlüllah'tan
rivayet eder: "Cebrâîl bana, Kur'ân'daki: "Biz, senin şânını
yükseltmedik mi?" âyetiyle ilgili olarak geldi ve yüce Allah'ın:
"Habîbim, ben zikredildiğim zaman sen dahi zikredilirsin" buyurduğunu
tebliğ etti..."
İbn-i Ebî Hatim,
Katâde'den yine bu âyetle ilgili olarak şöyle nakleder: Yüce Allah, O'nun adını
ve şanını dünyâda ve âhirette yükseltmiştir. Hiç bir hutbe okuyan, şehâdet
getiren, ezan okuyan veya namaz kılan yoktur ki, "eşhedü enlâ ilahe
illallah" dedikten sonra, "eşhedü enne Muhammeden resûlüllah!"
diyerek O'nun adını anmamış ve yükseltmemiş olsun!"
Ebû Nuaym de,
Enes'ten şöyle nakletmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Ben, Yüce Allah'ın samâvât (İsrâ ve Mi'râc) ile olan emrini yerine
getirdikten sonra şöyle bir münâcatta bulundum: "Ey Rabbim, benden önceki
Peygamberlerine birtakım ikramlarda bulundun: İbrahîm'i Halil, Musa'yı Kelîm
kıldın. Davud'a dağları müsahhar eyledin... Rüzgarı ve cinleri Süleyman'ın
emrine verdin... İsâ için ölüleri diriltiverdin... Bana olan ikramın
nedir?" Rabbim bana hitaben buyurdu ki: "Habîbim, ben sana bütün
bunlardan daha faziletli olanı vermedim mi? Ben anıldım mı, mutlaka sen de
anılırsın! Sonra senin ümmetinin kalblerini Kur'ân'ın hazînesi kılmadım mı?
Baksana onlar, Kur'ân'ı ezberlerinden okumaktalar... Böyle bir ikram, daha önceki
ümmetlere nasîb olmuş değildir. Ayrıca sana, Arş'ımın hazînelerinden bir cümle
lütfettim ki, siz o cümle ile Bana en güzel şekilde sığınır, Ben'den güç ve
kuvvet istersiniz: "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah!" dersiniz.
(Allah'ım, senin bize vereceğin güç ve kuvvetten başka, güç ve kuvvet yoktur!
Bize güç ve kuvvet ver, bizleri destekle) diyerek Bana sığınır, bu şekilde îmân
ve güveninizi tazelersiniz..."
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, yine bir hadîslerinde kendisine verilmiş bulunan
altı özellikten bahisle, bunun sonunda da: "...ve aynı zamanda ümmetimin
tamâmı bana arzedilmiştir. Ümmetimin âlimi ve câhili, hep bana gösterildi de ben
onların hepsini tanıdım" buyurmuştur.
Taberânî Huzeyfe
bin Esîd'den nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Dün
Dârekutnî ve Taberânî
Büreyde'den rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Bana öyle bir âyet indirildi ki, Süleyman (aleyhisselâm)'dan
başka bir Peygambere indirilmiş değildir. Bu âyet: "Bismillâhirrahmânirrahîm!"
âyetidir."
(İbn-i Merdûye de İbn-i
Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kur'ân'da bir
âyet var, pek çok kimseler o âyetin Peygamberimiz'den bir de Süleyman
Peygamberden başkasına indirilmemiş olduğunu bilmezler, İşte bu âyet:
"Bismillâhirrahmânirrahîm!" âyetidir." [94]
Ebû Ubeyd ve İbn-i Durays, Kur'ân'ın faziletlerine
dâir yazdıkları kitablannda Ali bin Ebû Tâlib'in şöyle dediğini
kaydetmişlerdir: "Ayetel-Kürsî, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz'e Arş'ın altındaki hazîneden verilmiş bir
âyettir! Bu âyet, sizin Peygamberinizden önce herhangi bir Peygambere verilmiş
değildir." [95]
Ahmed, Taberânî ve Beyhekî'nin
rivayetlerine göre ki bunu Huzeyfe rivayet etmektedir; Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bakara Sûresi'nin sonundaki şu
âyetler bana, Arş'ın altındaki hazîneden verilmiştir ve bunlar, benden önce hiç
bir Peygambere verilmemiştir."
(İmâm-ı Ahmed, benzeri
bir rivayeti, Ebû Zerr'den nakletmiştir). [96]
Taberânî Ukbe bin
Âmir'den rivayet eder. O şöyle der: "Bakara Sûresi'nin sonundaki
"Amenerasûlü..." diye başlıyan iki âyeti çok okumaya (ve mânâsı
üzerinde düşünüp onlardaki hakikatleri anlamaya) bakınız! Zira yüce Allah;
Peygamber Efendimizi, kendisine bu âyetleri vermekle seçkin kılmıştır!"
Hâkim, Mâkil bin
Yesâr'dan rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Bana Fatiha Sûresi ve Bakara Sûresi'nin sonundaki
âyetler, arş'ın altında verilmiştir. Fazladan olarak da Mufassal verilmiştir."
Müslim İbn-i
Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir melek gelip: "Yâ Muhammed, sana iki büyük nuru
müjdelemek için geldim, bunlar senden önce hiç bir Peygambere verilmiş
değildir! İşte bu iki nûr: Fatiha Süresiyle, Bakara Sûresi'nin sonundaki
âyetlerdir!" demiştir.
Beyhekî de Vasile bin
el-Eska'dan şöyle rivayet eder, O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre, Zebur
yerine âyet sayıları yüz civarında olan sûreler, incil yerine de el-Mesânî
verilmiştir. Fazladan olarak da el-Mufassal verilmiş bulunmaktadır!"
(İbn-i Cerîr ile İbn-i Merdûye'nin İbn-i
Abbâs'tan olan rivayetleri ise şöyledir: "Kur'ân-ı
Kerîm'deki: "Andolsun ki Sana, ikişerlerden yedi, bir de bu büyük Kur'ân'ı
verdik!" [97] mealindeki âyetle ilgili olarak İbn-i
Abbâs; "Bu ikişerli yedi'den murâd,
"Sebû'd-Tıvâl" denilen yedi uzun sûredir! Bunlar daha önce hiç bir
Peygambere verilmiş değildir. Sâdece Mûsâ (aleyhisselâm)'a,
altısı verilmişti..."
(İbn-i Merdûye'nin naklettiği bir
haberde ise, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilmiş
bulunmaktadır: "Peygamberimiz'e yedi uzun sûre verilmiş bulunmaktadır.
Bunlardan sâdece altısı, yalnız Mûsâ (aleyhisselâm)'a
verilmiş idi. O ise, kendisine verilen levhaları yere koyduğu zaman, bunlardan
ikisi gitmiş, dördü kalmıştır. [98]
Ebû Nuaym,
el-Mârife adlı kitabında Abdurrahmân bin Ğanem'den şöyle nakleder:
"Bizler, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında
oturuyorduk. O sırada biz, Mescid'de idik. Ansızın bir bulut meydana geldi ve
Resûlüllah Efendimiz buyurdular ki: "Az önce bana bir melek inip dedi ki:
"Ey Allah'ın elçisi, ne zamandan beri sana gelmek için Rabbim'den izin
istiyordum. Nasîb şimdi imiş ve sana gelmiş bulunuyorum. Geliş sebebim ise,
"Yüce Allah indinde, senden daha keremli ve daha şerefli bir kul olmadığını
sana müjde etmektir!"[99]
Beyhekî'nin rivayetine
göre İbn-i Mes'ûd şöyle demiştir: "Gerçekten Muhammed (aleyhisselâm), kıyamet
gününde Allah'a karşı bütün yaratılmışların en keremlisidir!"
Yine Beyhekî'nin
naklettiği bir habere göre, Abdullah bin Selâm da şöyle demiştir: "Allah
indinde yaratılmışların en keremlisi, hiç şüphesiz Muhammed (aleyhisselâm)'
dır!"[100]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir diğer özelliği ise, kendisine ve diğer peygamberlere
olan ilâhî hitaptaki farktır. Bunu, bâzı âyetlerle misallendirebiliriz. Meselâ
Dâvud (aleyhisselâm) ile ilgili bir âyet-i celile şu
mealdedir: "Sakın hevâye uyma, aksi halde seni Allah'ın yolundan
sapıtır." [101] Halbuki Peygamberimiz hakkında: "O, hevâdan
konuşmaz!" buyurulmuştur. [102] Böylece hevâsına uymaktan ve hevâdan
konuşmaktan tenzih edilmiştir. Keza Musa (aleyhisselâm) ile
ilgili bir âyette: "Bana bir kötülük yaparsınız diye korkup sizden
kaçtım..." buyurulmuştur. [103]Peygamber Efendimiz hakkında ise:
"Kâfirler senin için tuzak kurdukları zaman..." denilmiş ve O'nun
Mekke'den çıkışı ve hicreti en güzel bir tabirle belirtilmiştir. [104] Keza
Peygamberimizin Mekke'den çıkarılışı da, O'nun düşmanlarına nisbet edilmiş ve
Peygamberimiz için "firar" kelimesi asla kullanılmamıştır. Ki elbette
"firar" kelimesinin kullanılmasında, bir nevî eksiklik söz
konusudur." [105]
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, Onunla gizli konuşup fısıldaşmak isteyen birisinin, bu şekilde konuşmasını yapabilmesinin bir şarta bağlanmış olmasıydı. Bu ise, önce sadaka vermekten ibaretti. Fakat böyle bir şey önceki Peygamberlerde görülmüş değildi. Nitekim ilgili âyette meâlen şöyle buyurulmuştur: "Ey mü’minler, siz, Peygamberle gizli konuşup fısıldaşacağınız zaman, önce bir sadaka veriniz! Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet buna imkân bulamazsanız, Allah, bağışlayan ve esirgeyendir." [106]
İbn-i Ebî Hâtim'in rivayetine göre, İbni Abbas, bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: Müslümanlar, Peygamberimiz'e fısıldayarak pek çok şey soruyorlardı. Bu da Peygamberimiz'e ağır geliyordu. Yüce Allah, bunu şarta bağlamakla, Peygamberimizin sıkıntısını hafifletmek istiyordu. Bu âyet-i kerîme nazil oldu ve müslümanların pek çokları sorularını azalttılar... Hâttâ çekinip sormaz oldular. Cenâb-ı Hakk da bunun üzerine aşağıdaki âyetini inzal buyurdu: "Sa'daka vermekten korktunuz mu? Çünkü yapmadınız. Allah da sizi bundan affetti. (Sa'daka vermeden konuşabilirsiniz). Artık namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin! Allah, yaptıklarınızı bilendir!" [107] İşte bu âyetin inmesinden sonra, müslümanlara olan darlığı kaldırmış, genişlik lütfetmiştir.
Saîd bin Mensur da, Mücâhid'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Her kim Peygamber Efendimizle gizli konuşup fısıldaşacak olursa, bir dinar sadaka verirdi. Bunu ilk tatbik eden de Ali bin Ebû Tâlib olmuştur. Sonra bu husustaki ruhsat, yâni kolaylıkla ilgili âyet nazil olmuştur." [108]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'na itaat edilmesini kesin ve
mutlak bir farz olarak Yüce Allah'ın herkese farz kılmış olmasıdır. Allah bunu,
hiçbir şarta bağlamamış ve hiç bir istisna da koymamıştır. Nitekim ilgili bir
âyetinde şöyle buyurmuştur: "...Peygamber size ne verdiyse (neyi getirip
emretti ise), onu olduğu gibi alınız! Size neyi de yasakladı ise, ondan kaçınınız!
Allah'tan korkunuz! Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." [109]
Diğer ilgili bir âyetinde de şöyle
buyurmaktadır: "Her kim Resûl'e itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş
olur..." [110] İşte, ilgili âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Yüce Allah,
herkese O'nu örnek edinmesini kesinlikle farz kılmış; gerek işde, gerek sözde
O'na uymalarını emretmiştir. Bunu, mutlak bir şekilde emredip hiç bir istisna
ve şart koymamıştır. O'nun, mutlak bir şekilde örnek alınması hususunda bir
âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, Allah'ın elçisinde sizin için
uyulacak en güzel bir örnek vardır." [111] Halbuki Halîli İbrahim (aleyhisselâm)'ın örnek
alınmasında şöyle buyurmuştur: "İbrâhim'de ve onunla beraber bulunanlarda
sizin için güzel bir misâl vardır." Sonra bu âyetin sonuna doğru:
"Yalnız İbrâhim'in babasına: "Senin için mağrifet dileyeceğim, fakat
senin için Allah'tan bir şeye gücüm de yetmez" demesi hâriç. (Bu size
misâl değildir.) [112] İşte âyetin bu kısmında bir istisna yapılmıştır. Fakat
Peygamberimizle ilgili, bir istisna dahî söz konusu değil..." [113]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir diğer özelliği de, Yüce Allah'ın Kendi Zâtı'na itaat
edilmesini, yasakladığı şeylerden sakımlmasını, hükümleri ve farzları, va'dini
ve veîdini zikrettiği yerlerde; Peygamber Efendimizi de zikretmiş olmasıdır. Bu
gerçekten böyledir. Bu suretle Yüce Allah, Habîbi'nin şerefini ve büyüklüğünü
artırmıştır. Buna dâir Kur'ân'dan pek çok misâller vermek mümkündür... Biz
burada bâzılarını zikredelim: Önce itaat konusundaki misallerden bâzılarını görelim:
"Ve Allah'a ve Resule itaat
ediniz!" [114]
"Eğer müminler iseniz, Allah'a ve
O'nun Resûlü'ne itaat ediniz!" [115]
"Onlar Allah'a ve Resûlü'ne itaat
ederler." [116]
Şimdi de îmân veya tekzîb bakımından
olan misalleri görelim:
"Mü’minler ancak o kimselerdir ki,
onlar Allah'a ve Resûlü'ne inandılar, sonra da şüphe etmediler..." [117]
"Allah'tan ve O'nun Resûlü'nden
andlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır!... "[118]
".. .ve oturup kaldı o Allah ve
Resûlü'ne karşı yalan söyleyenler,.."[119]
Şimdi de itaat etmeyip karşı çıkanlarla
ilgili âyetlerde Yüce Allah'ın Kendi adını zikrederken, Resûlü'nün adını da
nasıl zikretmiş olduğunun bir kaç misâlini görelim:
"...Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur!" [120]
"...Kim Allah ve Resûlü'ne karşı
gelirse, şüphesiz Allah'ın cezası çetin olur." [121]
"Onlar bilmediler mi ki, kim Allah
ve Resûlü'ne karşı koymaya kalkarsa, onun için ebedî kalmak üzere cehennem
ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur!"[122]
Bu husustaki âyetler pek çoktur. Burada
misâl olarak verdiğimiz mealler, bu konuda yeteri kadar bilgi vermiş olacaktır
ve bu misâllerden açıkça görüldüğü gibi, Yüce Allah, Zâtı'nın adını zikrettiği
yerlerde Resûlü'nü de zikretmiş ve bu suretle O'nun büyüklüğünü ve şerefini
artırmış bulunmaktadır. Bu da O'nun Resûlü'nün üstünlüğünü ifâde eden bir
özellik mâhiyetini taşımaktadır. [123]
Bu hususta Bezzâr ve Taberâni'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayetlerini burada kaydedelim. İbn-i Abbâs demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allahü teâlâ beni, dört vezîr ile te'yîd etmiş bulunuyor! Bunlardan ikisi ehl-i semâdan olan Cibril ile Mîkâîl'dir. Diğer ikisi de ehl-i arzdan olan Ebû Bekir ile Ömer'dir!" [124]
İbn-i Mâce ile Ebû Nuaym'in Câbir bin Abdullah'tan olan rivayetleri ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yürüdüğü zaman, ashabı O'nun önünde yürürler ve arka tarafını meleklere bırakırlardı..."
Hâkim, İbn-i Asâkir de Ali'den şu haberi naklederler: "Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her Peygambere yedi adet yakın arkadaş verilmiştir. Bana ise on dört yakın arkadaş verilmiş bulunmaktadır." Ali, bu haberi duyurduğu zaman, kendisine: "Bu on dört yakın arkadaşın kimler olduğunu bize söyler misin?" dediler. O da onlara cevap olmak üzere: "Ben, Hamza, iki oğlum Hasan ve Hüseyin, Cafer, Akıl, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Mikdâd, Selmân, Ammâr, Talha ve Zübeyr'dir'" dedi." [125]
Dârekutnî el-Mü'telef adındaki kitabında Cafer bin Muhammed'den şu haberi nakletmiştir: "Hiç bir Peygamber yoktur ki, arkasında duası müstecâb olan bir ehl-i beytini bırakmamış olsun... Bizim Peygamberimiz de bizim ehl-i beytimiz'de iki kabule şâyân dua örneği bırakmıştır! Bu makbul iki duanın biri, şiddet ve musibetlerle ilgili, diğeri ise ihtiyaçlarımızın te’miniyle ilgili bulunmaktadır. Bize isabet edecek olan şiddet ve musibetlerle ilgili bırakılan dua şudur:
"Ey varlığı dâima ezelî ve edebî olan! Ey benim ve babalarımın ilâhı olan rabbim! Ey hayyü kayyûm olan Allah..." ihtiyâçlarımızın te’miniyle ilgili bırakılan dua da şudur:
"Ey herşeye kâfi olan ve hiç bir şeyin kendisinin vereceğini veremeyen rabbim! Ey Allah!... Ey, Muhammed'in Rabbi! Borcumu ödemem (ve ihtiyaçlarıma kavuşmam) için bana yardım et..." [126]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun künyesi ile künyelenmenin
haram oluşudur. Bâzıları, O'nun ismiyle ad koymanın da haram olduğunu
söylemişlerdir. Böyle bir haramlık, önceki peygamberlerin hiç biri için
yoktu... Bu konuda Hâkim'in Ebû Hüreyre'den bir rivayeti var. Buna göre Ebû Hüreyre
demiştir ki:
"Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sakın, benim adımla künyemi ikisi bir arada
bir şahsa koymayınız! Ben, Ebûl-Kâsım'ım! Allah verir, ben de taksim ederim!"
(İmâm-ı Ahmed'in,
Ensârlı Abdurrahmân bin Ebû Amra'dan naklettiği rivayet de bu mealdedir.) [127]
Enes'ten gelen bir rivayete göre, o
şöyle demiştir: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine
kabristanında idi. Bu sırada adamın biri: "Ey Ebûl-Kâsım!" diye nida
etti. Peygamberimiz de kendisine çağrıldığını zannederek o tarafa doğru
baktı... Nida eden adam, Peygamberimiz'in kendisine doğru baktığını görünce:
"Ben sana çağırmadım, ey Allah'ın Resulü!" dedi. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz: "Sizler, benim adımı veriniz, fakat künyemi
vermeyiniz" buyurdu.
Hâkim'in Câbir'den
naklettiği rivayet ise şöyledir: Ensârdan birinin oğlu dünyâya geldi ve o, ona
"Muhammed" adını verdi. Ensâr buna kızdı ve dediler ki:
"Peygamberimiz'e sorulmadan, nasıl bu adı verebilirsin?" Sonra
soruldu. Peygamberimiz de: "Ensâr iyi etmiştir. Sizler benim adımı
veriniz, fakat künyemi vermeyiniz! Ben Ebûl-Kâsım'ım! Aranızda Allah'ın izni ve
emri veçhile taksimde bulunurum!" buyurdu,
İmâm-ı Şafiî der ki: "Herhangi bir
kimseye, ister Muhammed adı verilmiş olsun, ister başka bir ad verilmiş olsun,
Ebû'l-Kâsım künyesinin verilmesi asla caiz olmaz!"
İmâm-ı Rafi' de bu konuda şöyle der:
"Alimlerden bazıları, sâdece isim ve künyenin birlikte verilmesine karşı
çıkmıştır, ikisinden birini vermeyi ise caiz görmüştür... İmâm-ı Mâlik ise,
Peygamberimiz'in vefatından sonra, O'nun künyesi ile künyelenmeyi caiz görmüş
ve: "O'nun vefatından sonra, birisi: "Ey Ebûl-Kâsım!" diye çağırdığı
zaman, kimi çağırdığı belli olmama gibi bir durum söz konusu değildir ve
peygamberimize ezâ vermiş olmak da mümkin değildir. Bu bakımdan, O'ndan sonra
caiz olur" demiştir. [128]
Taberâni'nin İbn-i
Abbâs'tan rivayeti ise şöyledir: "Bir kimsenin üç oğlan
çocuğu olur da bunların birine olsun benim adımı vermezse, İşte o kimse
cahillik etmiş olur..." [129]
İbn-i Ebî Asım, İbn-i Ebî Füdeyk
kanalıyla Cehm bin Osman'dan, o da İbn-i Cüşeyb'ten, o da babasından naklen Hazret-i
Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: "Benim ismimi alan
bir müslüman, bana verilmiş bulunan bereketten nasîbdâr olmayı umar ve
gerçekten bu berekete erer ve kıyamete kadar da bu bereket içinde
bulunur..."[130]
Evet, Peygamber Efendimiz'in
özellikledinden biri de, O'nunla İksâm Alellah'ın caiz oluşudur. Yâni Yüce
Allah'a dua ederken; "Ey Allah'ım, Muhammed hakkîçün..." diyerek
niyazda bulunmak... Bu, O'ndan başkasına verilmemiştir. Yalnız O'na mahsûs olduğu
içindir ki, O'nun özellikleri arasında bundan da söz edilmiştir.
(Nitekim, Şeyh İzzüddîn bin Abdüsselâm
bu görüştedir.) [131]
Buhârî Tarih'inde, Beyhekî sahihtir
kaydiyle, Ebû Osman el-Mârife adlı eserinde Osman bin Hanîften şöyle rivayet
ederler: Gözleri âmâ olan birisi Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gerelek:
"Ey Allah'ın elçisi, dua ediveriniz de Yüce Allah bana şifâ ve afiyet
versin!" diyerek ricada bulundu. Peygamber Efendimiz'de: "istersen,
senin için bu dua işini tehîr edelim, bu senin için daha hayırlıdır"
buyurdu, Amâ: "Hayır yâ Resûlallah, dua ediveriniz!" dedi.
Peygamberimiz de bunun üzerine o âmâya; önce güzel bir abdest almasını, sonra
iki rek'at namaz kılmasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:
"Allah'ım, ben senden istiyorum ve
Peygamberin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile sana
yöneliyorum! O, âlemlere rahmet Peygamberi olarak gönderilmiştir. Ey Muhammed,
ben seninle Rabbim'e yöneliyorum, şu hacetimin Rabbim tarafından görülmesini
istiyorum! Allah'ım, ben bu şekilde Peygamberini şefaatçi kıldım, O'nun benim
hakkımdaki şefaatini kabul eyle!"
O âmâ adam da, Peygamberimiz'in
kendisine öğrettiği şekilde duasını yaptı. Duadan sonra, oturduğu yerden
kalktığı zaman, gözlerinin âmâlığı gitmiş, derdine derman bulmuştu..."
[132]
Beyhekî ve Ebû
Nuaym, Ebû Ümâme'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Adamın
biri, bir ihtiyâcının görülmesi için Osman bin Affan'a gider gelirdi. Osman, o
adamın ihtiyâcını görmez, kendisine de iltifat etmezdi. Bu adanı, bir gün Osman
bin Hanîf’le karşılaştı ve derdini ona açtı... O da kendisine: "Haydi bir
güzel abdest al, sonra mescide gidip iki rek'ât namaz kıl. Sonra şu şekilde dua
eyle:
"Allah'ım, ben senden istiyor ve
Peygamberin Muhammed ile sana yöneliyorum! O, şüphesiz bir rahmet
Peygamberidir! Ey Muhammed, ben seninle Rabbim'e yöneliyor ve Rabbim'in
hacetimi bitirmesini O'ndan istiyorum!" İşte böyle dersin ve hacetinin ne
olduğunu da bu sırada zikredersin... Sonra kalkar Osman'a gidersin!"
Adam, Osman bin Hanîf’in dediğini
yaptı, sonra kalkıp Osman'ın kapısına gitti. Kapıcı dışarı çıkıp o adamın
elinden tutarak içeri aldı ve Osman'ın huzuruna çıkardı. O da o adamı yanına
aldı ve üzerine oturmakta olduğu yaygının üzerine oturttu. Adama hitaben:
"Bir ihtiyâcın varsa, bize söyle" dedi. Adam, Osman'ın yanından
çıktıktan sonra, yine Osman bin Hanîf ile karşılaştı ve ona: "Allah seni
yaptığından dolayı mükâfatlandırsın, eğer sen benim hakkımda Osman ile
konuşmasaydın, onun beni göreceği ve bana yüz vereceği yoktu." dedi. Osman
bin Hanîf de o adama: "Ben onunla konuşmuş falan değilim. Ben sâdece sana,
Peygamber Efendimiz'in âmâya öğrettiği duayı öğrettim. O kadar" dedi ve
ama ile ilgili hadîsi de başından sonuna kadar bu vesile ile tekrarlayıp
anlattı."[133]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, kadınlarının ve kızlarının, bütün kadınlardan daha faziletli oluşudur. Aynı zamanda Peygamberimizin zevcelerinin sevabı da, ıkâbı da başkalarına kıyasla iki kattır... Bu hususla ilgili bâzı âyetler ve rivayet edilmiş haberler bulunmaktadır... Önce ilgili âyetleri görelim. Bu âyetler, şu mealdedir:
"Ey Peygamber kadınları, sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz..." [134]
"Ey Peygamberlerin kadınları! Sizden kim açık bir çirkinlikte bulunursa, onun için azabın iki katı vardır! Ve bu, Allah'a göre kolaydır." [135]
"Fakat sizden kim Allah'a ve Resûlü'ne itaate devam eder, yararlı iş ve amellerde bulunursa onun da mükâfatını iki kat veririz! Ve cennette onun için bol bir rızık hazırlanmıştır." [136]
Bu konudaki ilgili rivayetlere gelince: Önce Tirmizî'nin Ali'den rivayetini görelim: Buna göre o şöyle demiştir: "Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Kendi zamanının en hayırlı kadım, Meryem idi. Şimdi de kendi zamanının en hayırlı kadını Fâtımadır!"
Haris bin Ebû Üsâme'nin Urve'den naklettiği haber de şöyledir: Resûlüllah buyurdu: "Âleminin en hayırlı kadını Meryem'dir. Kendi âleminin en hayırlı kadını da Fâtıma'dır!"
Ebû Nuaym, Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Fâtıma; cennet ehlinin en üstün kadınıdır. Ancak Meryem binti İmrân için olan başka..." [137]
Yine Ebû Nuaym, Ali'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ey Fâtıma, Allah senin için buğzeder, senin için razı olur! Senin Allah yanındaki derecen bu kadar üstündür..." [138]
İbn-i Cerîr, bu konuda şöyle der: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) kızlarının kadınlarından daha üstün olduğu konusunda, Ebû Yalâ'nın İbn-i Ömer'den olan rivayeti delil kabul edilir. Bu rivayet ise şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Hafsa, Osman'dan daha hayırlısı ile evlendi. Osman da, Hafsa'dan daha hayırlısı (Peygamber'in kızı) ile evlendi."
Taberânî Ebû Ümâme'den şöyle nakleder: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Dört sınıf insan vardır. Bunların sevâbları iki defa (iki kat olarak) verilecektir. Bunlardan biri de, Peygamberin zevceleridir..."
Alimlerimiz demişlerdir ki: İlgili hadîsde belirtilen "iki defa" ücret; âhirette o kişiye verilecek olan iki kat sevaptır., bâzıları da bu konuda farklı mütâlâada bulunmuş ve: "Bu iki kere verilecek olan sevaptan biri, bu dünyâda verilecek olanı; diğeri de öbür dünyâda verilecek olanıdır" demiştir.
"Azabın iki kat" olmasında da bu şekilde farklı mütâlâalar bulunmaktadır. Bâzıları: "Biri dünyada, diğeri de âhirette olmak üzere iki azâbtır. Çünkü diğerleri, dünyâda azâb olunduğu zaman, ahiret azabı ondan kaldırılır" demişlerdir. Bâzıları da: "Hayır, bunun mânâsı, başkalarına verilen cezanın, iki katının dünyâda verilmesidir" demiştir. Bu şekilde anlamış olan; Mükâtil'dir. Alimlerimizden Saîd bin Cübeyr de bunu kabul etmiş ve: "Keza onlardan birine iftira edene de iki kat iftira cezası verilir" demiştir.
Kâdî lyâd'ın Şifâ adlı kitabında da şöyle bir mütâlâa bulunmaktadır: "Bazı âlimlerin bu söylediği, Aîşe validemizden başkasıyla ilgilidir. Zira Âişe validemize iftirada bulunana verilecek olan ceza; Ölüm cezasıdır. Zira Âişe validemizin öyle bir çirkinlikten uzak oluşu; Allah'ın âyetleriyle sabittir. Buna rağmen Âişe validemize iftirada bulunan kişi, Allah'ı ve O'nun bu âyetlerini inkâr etmiş olur ve kendisine ölüm cezası verilir..."
Bâzı âlimler ise, "Âişe validemize iftira edene verilecek ceza ile, Peygamberimiz'in zevcelerinden diğer birine iftira edene verilecek ceza aynıdır. Ona dahî, ölüm cezası verilir" demişlerdir.
Cezanın farklılığına bir işaret olmak üzere, Telhis adındaki kitabın sahibi, aşağıdaki âyetleri zikretmiştir:
"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: "Andolsun, eğer Allah'a şirk koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun!" [139]
"Eğer Biz seni sağlamlaştırıp sabit kılmış olmasaydık, onlara bir parça meyledecektin!" [140]
"Ve o takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat kat azabını taddırırdık! Sonra Bize karşı bir yardımcı da bulamazdın." [141]
Telhis'in yazarı, bu âyetleri zikrettikten sonra, "halbuki başkaları, şirk üzerine öldüğü takdirde bütün amelleri boşa çıkmaktadır" der."[142]
İbn-i Cerîr, Kitâbü's-Sünne adlı
eserinde Câbir bin Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Resulullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Gerçekten yüce Allah benim ashabımı, nebiler
ve resuller hâriç, diğer bütün insanlardan üstün kılmıştır! Ashabımdan da dördünü
seçip diğerlerinden üstün kılmıştır. Bunlar, sırasıyla Ebû Bekir, Ömer, Osman
ve Ali'dir ve diğer sahabelerimden daha faziletlidirler... Aslında ashabımın
hepsi, hayırlı ve faziletlidir Topyekün ümmetimi de diğer ümmetlerden üstün
kılmıştır. Ümmetimin ilk dört asrı diğer asırlardan daha üstündür... Birinci,
ikinci ve üçüncü asırlar birbirinin peşinden gelir. Dördüncü asır ise
ayrıdır." [143]
Bu konuda âlimlerin çoğunluğu
demişlerdir ki: "Ashâb-ı kirâm'ın hepsi, daha sonrakilerin hepsinden efdaldır.
Daha sonrakilerin içinde ilimde ve amelde pek yüksek derecelere ermiş kişiler
bulunsa dahî, bu böyledir..."[144]
Peygamberimizin özelliklerinden biri
de, her iki şehrinin (Mekke ile Medine'nin) diğer bütün beldelerden üstün
kılınmış olmasıdır. Bu fazilet ve özelliklerinden dolayıdır ki, Mekke ile
Medine'ye Deccâl de giremiyecektir. Tâûn hastalığı da... Keza Peygamber
Efendimiz'in mescidinin diğer mescidlerden üstün oluşu da, O'nun bir
özelliğidir. Vefatından sonra
defnedildikleri toprak parçası ise, Kabe'den ve hattâ Arş'dan bile efdaldır. Bu
husus dahî Peygamberimizin bir özelliğidir.
Ahmed, Abdullah bin
Zübeyr'den şöyle rivayet etmiştir: "Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Benim şu mescidimde namaz kılmak;
Mescid-i Haram müstesna, diğer mescidlerde kılınacak olan bin namazdan daha
faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise, benim şu mescidimde
kılınan yüz namazdan daha faziletlidir!" [145]
Tirmizî Abdullah bin
Adiyy'den rivayet eder. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Ey Mekke, vallahi sen yeryüzünde en hayırlı, Allah'a en
sevgili yersin!"
Hâkim'in Ebû
Hüreyre'den rivayetine göre ise, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım, beni yeryüzünün bana en sevgili olan yerinden çıkardın! O halde
beni, Sana en sevgili olan yerde sakîn kıl!"
Ahmed de Ebû
Hüreyre'den şöyle nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Medine ve Mekke'nin giriş-çıkış yerleri, meleklerle korunmuştur! Bu iki
mübarek beldeye, tâûn ve deccâl girmez..."[146]
Bu hususta, bundan önceki bölümlerde ve O'nun ümmetinin Tevrat ve incil'de nasıl anlatıldığına daîr olan kısımda, bâzı hadîsler ve eserler geçmiştir. Burada abdest ve teyemmümle ilgili bâzı haberlere gelince: Taberânî'nin Ebûd-Derdâ'dan rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
1- Ben, bana verilen dört özellik ile üstün kılınmış bulunuyorum.
2- Ben ve ümmetim, namaz kılarken meleklerin saf bağladıkları gibi saf bağlarız...
3- Ben, toprakla teyemmüm ederim, yeryüzünün her tarafı bana mescid kılınmıştır.
4- Ve ganimetler bana helâl kılınmıştır..."
Huleymî şöyle demiştir: "Abdest'in, bu ümmetin özelliklerinden biri olduğu hususunda, Buhâri ve Müslim'in rivayet ettikleri hadîs ile delil getirilir. Zira bu hadîsde şöyle buyurulmuştur: "Ümmetim kıyamet gününde, aldığı abdestin eseri olarak abdest azaları nûr gibi parlar bir şekilde davet olunacaktır!"
Huleymi’nin bu sözüne ise, şu şekilde karşı çıkılmıştır: "Bu ümmete mahsûs olan, abdestin kendisi ve aslı değil, abdestin eseri olan parlaklık ve nurdur. Zira bir hadîsde de şöyle buyurulmuştur: "İşte bu, benim ve benden önceki Peygamberlerin abdestidir!" Bu durumda abdestin aslının bu ümmete hâs olduğu, nasıl iddia edilebilir?"
İbn-i Hacer de bu mevzuda şöyle demektedir: "Buna verilecek cevâb şudur: Bu hadîs, zayıftır. Yukarıdaki sahih hadisle çatışamaz... Eğer bu hadisin sabit olduğu kabul edilecek olursa, bu takdirde de şöyle deriz: Demek ki abdest, önceki Peygamberlerin bir özelliği idi. Fakat onların ümmetlerinde yoktu. Ümmet olarak abdest almak, sâdece bu ümmete mahsûstur..."
Ben de derim ki: İbn-i Hacer'in ileri sürdüğü bu hususu te'yîd eden bir rivayet de vardır. Nitekim bu rivayet, önceki bahislerden "Peygamberimiz'in ümmetinin Tevrat ve İncil'deki sıfatı" bölümünde zikredilmiştir. Orada: "Bazı uzuvlarını yıkayarak abdest alırlar..." diye bir ifâde bulunmakta idi. İşte bu ifâde de, İbn-i Hacer'i destekler mâhiyettedir. Bu rivayetteki Ebû Nuaym, İbn-i Mes'ûd'dan, Dârimî de Ka'bül-Ahbâr'dan nakletmişlerdi."
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, beş vakit namazın topluca
kendisine verilmiş olmasıdır. Daha önce hiçbir Peygambere bu verilmiş değildi.
Keza yatsı namazını ilk kılanın Peygamberimiz olması da O'nun bir özelliğidir.
Zira daha önceleri bunu başka bir Peygamber kılmamıştır. Buhârî, Ebû
Musa'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) yatsı namazı için hazırlığını yaptı ve
Ahmed ve Nesaî, İbn-i
Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir gün Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), yatsı namazına bir müddet çıkmadı. Sonra çıkıp Mescid'e
girdi. Gördü ki ashâb toplanmış namazı beklemekteler... Onlara hitaben buyurdu
ki: "Ashabım, şu dinlerin mensûblarından, şu saatte Allah'ı zikreden (şu
yatsı namazını kılan) hiçbir topluluk yoktur! Allah'ın size olan bu nimeti ile
sevininiz!"
Ebû Dâvûd ve İbn-i Ebî Şeybe ve Beyhekî Muaz bin Cebelden şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yatsı namazını hayli geciktirmişti. Toplanan cemâat, Peygamber Efendimiz'in namazını kıldığını zannetti. Sonra Peygamberimiz Mescid'e çıkıp: "Ey ashabım, şu yatsı namazını, gecenin üçte biri geçinceye kadar te'hîr ediniz! Ve biliniz ki, sizler bu yatsı namazı ile diğer ümmetlerden faziletli kılındınız! Sizden önceki ümmetlerden bunu kılan olmamıştır..."
Bu konuda Müslim, Huzeyfe
ve Ebû Hüreyre'den şu hadîsi rivayet eder: "Allah, bizden öncekilere
Cum'â'yı nasîb kılmadı! Onlar çok istediler ve aradılar amma, bir türlü
bulamadılar... Yahudiler için Cumartesi, Nasrânîler için de Pazar günü oldu.
Sonra biz devreye girdik ve yüce Allah, bizlere Cum'â gününü lütfetti. Böylece
bizleri öne geçirdi. Önce bizim günümüz olan Cum'a günleri, sonra Cumartesi,
daha sonra da Pazar günü gelmektedir. Onlar, kıyamet gününde de böylece bize
tabî olacaklar, bizden sonra geleceklerdir. Dünyâda sonra gelenleriz, fakat öne
geçip âhirette ilk gelenler de biziz! Bütün ümmetlerden önce hesabımız
görülecek, herkesten evvel cennete gireceğiz..."
İbn-i Asâkir'in
Rubeyye bin Enes tarikiyle rivayeti de şöyledir: "Bize, Peygamberimiz'in
ashabının bâzılarından intikâl eden habere ve onların bâzı İsrâîl oğulları
âlimlerinden işittiklerine göre; Zekeriya (aleyhisselâm)'ın oğlu
Yahya (aleyhisselâm), Allah tarafından beş kelimeyi (beş
esâsı) tebliğe me’mûr kılınmıştır. Aynı zamanda bu beş şey ile güzelce amel
ederek vefat eden kişilerin, hesaba çekilmeksizin cennete girecekleri de müjde
edilmiştir. Bu beş şey (esas) da şunlar imiş:
"Asla Allah'a şirk koşmayacaklar,
sâdece Allah'a ibâdet edecekler,
Namaz kılacaklar,
Oruç tutacaklar,
Sa'daka (yani zekât) verecekler,
Allah'ı zikredip asla unutmayacaklar..."
İşte Yüce Allah, Muhammed'e ve O'nun ümmetine bu beş şeyi vermiş, bunlara ilâveten beş şey daha vermiştir. Bunlar da: "Cum'â, söz dinlemek itaat etmek, Allah ve dini uğruna hicret etmek ve cihâd etmektir."
Ahmed ve Beyhekî Âişe'den
şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Onlar bize karşı, Allah'ın bize lütfettiği Cum'a gününe hased ettikleri
kadar hiçbir şeye hased' etmemektedirler! Onlar bunu kaybetmişlerdir. Bir de
son derece hased ettikleri bir şey, bizim kıblemizdir! Onlar bunu da
kaybetmişlerdir. Sonra bizim namaz kılarken imamın arkasında (ve fatiha'nın
sonunda) Amin! dememiz var ya, işte buna da son derece hased ederler."
İbn-i Mace İbn-i
Abbâs'ın şu rivayetini verir: "Resülüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Yahudiler, size karşı "selâm
vermeniz" ve bir de imamın arkasında, "amin!" demenize hased
ettikleri kadar hiçbir şeye hased etmiş değillerdir!"
Taberani de Mûaz
bin Cebelden şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem), bir defasında da: "Biliniz ki, yahudiler müslümanları
şu üç şeyden daha faziletli bir şey sebebiyle kıskanmış değillerdir:
Selamlaşmak, namazdaki safları ikâme etmek ve farz namazlarda imamın arkasında
"amin!" demek" buyurdu.
Haris bin Ebû Üsame'nin Enes'ten rivayeti ise şöyledir: "Bir defasında Resülüllah Efendimiz: "Bana şu üç şey verilmiştir: Namaz kılarken safları ikâme etmek, selâmlaşmak (ki cennet ehlinin selâmı da budur), bir de imamın arkasında "amin!" demek. Bunlar sizden önceki ümmetlere verilmiş değildir. Ancak Harun (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'ın duasına "amin!" demesi hariç."
İbn-i Ebâ Şeybe, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Huzeyfe'den rivayet ederler. O, şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, şu üç şeyle insanlara üstün kılınmışımdır! Yeryüzünün her tarafı bize mescid kılınmıştır, toprağı da abdestlenmemiz için teiniz kılınmıştır (ki biz onunla teyemmüm ederek abdestleniriz), namazdaki saflarımız da meleklerin safları gibidir ve bana Bakara sûresinin sonundaki ayetler Arş'in altındaki hazineden verilmiştir. Bunlar ancak bana verilmiş olup, benden önce kimseye verilmiş değildir."
Sâid bin Mansur Ebû Umeyr bin Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Ensardan olan amcam bana şu şekilde haber verdi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları namaza nasıl davet edeceği hususunda merak etmişti. O bu hususta ashabı ile istişarelerde bulundu. Kendisine denildi ki: "Namaz vakti gelince, etraftan görülecek bir şekilde yüksek bir yere bir sancak çektiriniz!" O, bu fikri beğenmedi. Denildi ki: "Boru çaldırınız!" O bu fikri de beğenmedi ve: "Bu, yahudilerin işidir" diyerek reddetti. O'na denildi ki: "Peki, çan çalınsın!" O, bunu da beğenmedi ve: "Bu da nasranilerin işidir" diyerek reddetti. Bu istişare toplantısında bulunan Abdullah bin Zeyd de, meraklı ve tasalı olarak evine dönmüştü. O gece rü'yasında Ezan'ı gördü."
Müfessirlerden bir topluluk, yüce Allah'ın kerîm kitabındaki: "...Allah'ın huzuruna durup rükû edenlerle beraber siz de rükû ediniz!" (Bakara, 43.) mealindeki âyeti tefsir ederken şöyle demişlerdir: "Namazda rükû etmenin meşruiyeti, bu ümmete mahsûs birşeydir. İsrâîl Oğullarının kıldığı namazlarda rükû bulunmamakta idi. Bu sebepledir ki, Ümmet-i Muhammedle beraber rükû etmeleri, yüce Allah tarafından kendilerine emredilmiştir."
Ben derim ki: Müfessirlerin bu söylediklerine, Bezzâr ve Taberâni’nin Ali'den naklettiği rivayet ile de delîl getirilmiştir. Zira bu rivayete göre Ali demiştir ki: "Bizim edâ ederken kendisine rükû yaptığımız ilk namaz, ikindi namazıdır. Ben, böyle rükû ederek kıldığımız bu ikindi namazından sonra efendimize: "Ey Allah'ın Resulü, bu nedir?" diyerek sormuştum. O da cevaben: "Ben böyle rükû etmekle emrolundum" buyurmuştu...
Bununla delîl getirmenin sebebi ve
vechi şudur: Peygamberimiz, bu ikindi namazından önce
Onun bu sözünden de anlaşılıyor ki, cemâatle namaz kılmak da Peygamberimiz'in (ve dolayısıyla bu ümmetin) bir özelliğidir."
------------------------
[13] İsrâ' suresi, 88
[14] Hıcr suresi, 9
[15] Fussılet suresi, 41
[16] Fussılet suresi, 42
[17] Nahl suresi, 89
[18] Neml suresi, 76
[19] Kamer suresi, 17
[20] İsrâ' suresi, 106
[21] Furkan suresi, 32
[22] Furkan suresi, 33
[24] Maide suresi, 44
[25] Hicr suresi, 9
[34] Ahzab suresi, 40
[35] Maide suresi, 48
[36] Tevbe suresi, 33
[38] Bakara suresi, 106
[41] Sebe’ suresi, 28
[42] Furkan suresi, 1
[44] Enbiya suresi, 29
[45] Fetih suresi, 1-2
[46] İbrahim suresi, 4
[47] Sebe' suresi, 28
[51] Enbiya suresi, 107
[52] Enfal suresi, 33
[54] Hicr suresi, 72
[57] Bakara suresi, 104
[59] A'raf suresi, 138
[60] Maide suresi, 112
[61] Nur suresi, 63
[72] A'raf suresi, 61
[73] A'raf suresi, 67
[74] Kâlem suresi, 1-2
[75] Necm suresi, 1-4
[76] Yasin suresi, 69
[83] İsrâ' suresi, 80
[84] Lokman suresi, 34
[88] İnşirah suresi, 1-4
[89] Fetih suresi, 1-2
[91] Bunu, İbn-i
Ebî Hatim de rivayet etmiştir.
[97] Hicr suresi, 87
[101] Sâd suresi, 26
[102] Necm suresi, 3
[103] Şuara suresi, 21
[104] Enfal suresi, 3
[106] Mücadele suresi, 12
[107] Mücadele suresi, 13
[108] ve önceki âyetin sadaka hükmü bu
âyetle neshedilmiştir
[109] Haşr suresi, 7
[110] Nisa suresi, 80
[111] Ahzab suresi, 21
[112] Mümtehine suresi, 4
[114] Maide suresi, 92
[115] Enfal suresi, 1
[116] Tevbe suresi, 71
[117] Hucurat suresi, 15
[118] Tevbe suresi, 1
[119] Tevbe suresi, 90
[120] Ahzab süresi,36
[121] Enfal suresi, 13
[122] Tevbe suresi, 63
[134] Ahzab suresi, 32
[135] Ahzab suresi, 30
[136] Ahzab suresi, 31
[139] Zümer suresi, 65
[140] İsrâ' suresi, 74
[141] İsrâ' suresi, 75