Beyhakî'nin Sünen'inde Âişe'den rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde buyurdu ki: "Yahudiler bizim hakkımızda şu üç şeyi kıskandıkları gibi, başka bir şeyi kıskanmış değillerdir: Selamlaşmak, amîn demek, bir de namazımızdaki "Allahümme Rabbena lekel-hamd!" duamızdır!"
Bu hususta da Said bin Mansûr'un Şeddâd bin Evs'ten rivayeti var. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde aynen şöyle buyurmuşlardır: "Yâni ayaklarınızda nâleyniniz (ayakkabılarınız) bulunduğu halde namaz kılınız ve bu suretle yahûdîlere muhalefet ediniz!"
Ebû Dâvud ile Beyhekî, bu hadîsi şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahûdîlere muhalefet ediniz! Zira onlar, mestleri veya ayakkabıları ayaklarında iken namaz kılmazlar."
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, O'nun mihrabda namaz kılmayı kerîh görmüş
olmasıdır. Halbuki daha önceleri mihrabda namaz kılmakta idi. Nitekim ilgili
bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Zekeriyâ mihrabda durmuş namaz
kılarken, melekler kendisine nida ettiler..." [159]
Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden
bâzıları da bunlardır: İnsan kendisini daha da güçsüz hissedince veya sırf
Allah'ı zikir için "lâ havle"yi okumak, bir musibet zamanında
istirca'da bulunmak ve namaza iftitâh tekbîri ile başlamaktadır. "Lâ
Havle..."yi okumak ki, buna kısaca Havkala da denilir, gerçekten bu
ümmetin bir özelliği olmuş ve Resûlüllah tarafından: "Bana bu, cennet
hazînelerinden bir hâzine olarak verildi" buyurulmuştur. Çok büyük bir
zikirdir ve ilâhî bir hazînedir ve tamâmı şöyledir:
"Lâ havle velâ kuvvete illâ
billahi'l-aliyyi'l azîm"
"Ben kendisinin vereceği güç ve kuvvet dışında hiçbir güç ve kuvvet bulunmayan, sonsuz güç ve büyüklük sahibi ve çok yüce bulunan Allah'a sığınırım!" demektir. (ve bu "Lâ Havle..."yi okumaktan maksat da budur. Yoksa, güç ve kuvvetin insana verilmiş bulunanının tamâmım inkâr etmek değildir.)
"Bir cennet hazînesi" bulunan
"Lâ Havle..." yi okumakla ilgili bâzı hadîsler,
"Peygamberimiz'in Göğsünün Açılması" bölümünde ve duyulacak bir sesle
Allah'ı zikretmek kısmında geçmişti... Şimdi istiâ ile ilgili hadîsi verelim!
Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayet ettiği bu hadîs ise aynen şöyledir: "Ümmetime, daha önceki ümmetlerden hiç birine verilmemiş olan bir şey verilmiştir! Bu da, bir musibet zamanında: "Bizler; mülk, mahlûk ve kullar olarak Allah'a âit bulunuyoruz! O, üzerimizde dilediği gibi tasarruf eder! Dilerse tatlı, dilerse acı verir... İsterse verir, isterse alır... Biz sonunda O'na dönüp yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan mutlaka hesab vereceğiz! O ise, acılara karşı sabredip dayanmayı ve sabırlı olmayı çok sever! Ayrıca bunun da büyük mükâfatını elbette verir!..." diyerek O'na sığınmaktır."
Abdurrezzâk ve İbn-i Cerîr Tefsîr'lerinde Saîd bin Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Bu ümmetten başkasına, musibet zamanında: "Innâ lillah..." demek verilmemiştir. Baksanıza Yâkûb (aleyhisselâm), oğlu Yusufu kaybetme musibeti üzerine: "...Yâ esefâ alâ Yûsufa..." diyerek kendini teselliye çalışmıştır."
Yine Abdurrezzâk, Muammer tarikiyle,
Ebân'ın şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Namaza tekbîrle başlama,
sâdece bu ümmete verilmiş bir özelliktir."
İbn-i Ebî Şeybe de şu haberi nakleder: Ebû'l-Aliye'ye sormuşlar: "Daha önceleri Peygamberler, namaza ne ile başlıyorlardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Onlar namaza, tevhîd, tesbîh ve tehlîl ile başlıyorlardı."
Peygamber Efendimiz'ın hususiyetlerinden bâzıları da şunlardır:
Ümmetinin istiğfar ile günahlarının bağışlanması, pişman olmalarının tevbe sayılması, kendilerine ve çoluk-çocuklarına harcadıklarının da sadaka sayılması, sevaplarının âhirete saklanmakla beraber dünyada verilmesi, dualarının müstecâb (makbul) olması...
Bu konuyla ilgili pek çok hadîs daha önce ilgili bölümlerde geçmiş olmakla beraber, burada da bâzılarını zikredelim. Bu cümleden olmak üzere, Feryâbî Kaş'tan şu haberi nakleder: O demiştir ki: "Bu ümmete, şu üç haslet verilmiştir ki, bunlar daha önce herhangi bir ümmete verilmiş olmayıp, sâdece Peygamberlere verilmiş idi. Bir Peygambere: "Sen, açıkça tebliğ et! Üzerine herhangi bir güçlük yoktur. Sen, dua et, duan kabul edilsin. Sen kendi kavminin üzerine şahid de olacaksın!" denilirdi. Bu ümmete ise: "Ve Allah, dinde üzerinize herhangi bir güçlük kılmamıştır!" buyurulmuştur. [164]
Yine buyurulmuştur ki: "Siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız diye..." [165]
Bir âyet-i celîlede de şöyle buyurulmuştur: "Siz bana dua ediniz, Ben de sizin duanızı kabul edeyim!" [166]
Nesâî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin, Kur'ân-ı Kerim'deki: "Musa'ya nida ettiğimiz zaman, Sen Tûr'un yanında değildin..." anlamına gelen âyetiyle [167] ilgili olarak şöyle dediğini naklederler: "Kendilerine nida olunarak denilmiştir ki: "Ey Ümmet-i Muhammed siz Bana dua etmezden önce duanızı kabul etmişimdir! Siz Benden istemezden önce Ben sizlere vermişimdir!..." [168]
Ebû Nuaym da Amr bin Abese'den nakleder. O der ki: "Ben, yukarıda geçen âyetle ilgili olarak Hazret-i Peygamber'e sordum ve: "Bu âyette geçen nida ve rahmet nedir?" dedim. O da bana cevaben buyurdu ki:'Yüce Allah, mahlûkatını yaratmazdan iki bin sene önce bir kitaba yazmış, sonra şöyle nida etmiştir: "Ey Ümmet-i Muhammed, rahmetim gadabımı geçmiştir! Ve Ben sizlere istemenizden önce vermişimdir. Bana istiğfar etmenizden önce, günahlarınızı bağışlamış imdir, içinizden her kim bana, "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed (aleyhisselâm) da Allah'ın kulu ve resulüdür" demiş ve buna kalbten inanarak şehâdet getirmiş olarak gelecek olursa, ben onu mutlaka cennete korum!" [169]
Ahmed ve Hâkim, İbn-i Mes'ûd'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Nedamet etmek, tevbedir!"
Bâzı âlimlerimiz, bu hadîsle ilgili açıklama yaparken; "nadim olmanın, tevbe etmek demek oluşu" bu ümmete mahsûs bir şeydir. Daha önceki ümmetlerde böyle değildi" demişlerdir.[170]
İcabet saati, Kadir gecesi, Ramazan
ayı, Ramazan ayındaki beş haslet (ki bunlar, günahların affına vesiledir),
kurban bayramı, kurban kesmek, kabirde cenaze için sapma açılması, oruca imsak
vakti sahur yemeği yiyerek başlamak, orucu
Allâme Konavî Şerhu'l-Mühezzeb adlı
eserinde şöyle der: "Kadir gecesi, bu ümmete mahsûs bulunan bir
fazilettir! Allahü teâlâ, onun şerefini artırsın, çok da şerefli bir gecedir.
Bu, bizden önceki ümmetlerde yoktu..."
İmâm Mâlik Muvatta' adlı kitabında
şöyle der: Bana ulaşan habere göre, Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) kendinden önceki ümmetlerin ömürleri gösterilmiş, onların
ömürlerinin çok uzun olduğunu görünce kendi ümmetinin kısa olduğuna, ümmetinin
önceki ümmetlerin ameline ulaşamıyacaklarına üzülmüş... Yüce Allah da, O'na ve
ümmetine Kadir Gecesini vermiştir ve lütfettiği bu Kadir Gecesinin, "bin
aydan hayırlı olduğunu" bildirmiştir."[171]
Bu haberi destekleyen diğer bazı
haberlerde bulunmaktadır. Ben bunları, el-Tefsirü'l-Müsned adlı kitabımda
açıklamış bulunuyorum.
Deylemî Enes'ten şöyle rivayet eder:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Allah, ümmetime Leyle-i Kadr'i lütfetti. Bunu daha önceki ümmetlere
vermiş değildir." [172]
İbn-i Cerîr de Atâ'nın, "Oruç
üzerinize yazıldı, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi..." [173]
mealindeki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini kaydeder: "Yâni üzerinize her
ayın üç gününde olmak üzere oruç farz kılınmıştır." Ramazan ayı'nın orucu
farz kılınmazdan önce insanların tuttuğu oruç bu idi. Sonra Allah, Ramazan
orucunu farz kıldı." [174]
Yine İbn-i Cerîr el-Süddî'nin,
yukarıdaki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir: "Bizden
öncekiler, nasrânilerdir. Onların üzerine de Ramazan Orucu farz kılınmıştı.
Fakat onların, uyuduktan sonra yemeleri ve içmeleri yasaktı. Sonra Ramazan
boyunca hanımlarıyla yatmaları da yasaklanmıştı. Bu kendilerine zor geldiği
için, toplanıp bir karara vardılar. Bu karara göre, her sene Ramazan Oruçlarını,
yılın ilk baharında tutacaklardı ve bu yaptıklarına karşı bir keffâret olmak
üzere de, oruca yirmi gün daha ilâve ettiler... Müslümanlar da ilk yıllarında
Ramazan oruçlarını, bu şekilde tutuyorlardı. Nihayet Ebû Kays bin Sarma ile Ömer bin
el-Hattâb'ın olayları meydana geldi. Bundan sonra Yüce Allah, işi kolaylaştırıp
hafifletti. Yâni oruç gecelerinde müslümanların, imsak vaktine kadar
yeme-içmelerini ve hanımlarına yaklaşmalarını helâl kıldı."
Bizim Ramazan orucumuzun keyfiyeti ve
bâzı özellikleri bulunmaktadır. Bunlar da bir rivayete göre beş tanedir.
El-Esbahâni’nin el-Terğîb adınd ki kitabında bu hususla ilgili Ebû Hüreyre'den
rivayeti şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Ümmetime Ramazan'da beş haslet verilmiştir. Bunlar, daha önceki ümmetlere
verilmemiştir. Şöyle ki:
1- Oruç tutanın ağız kokusu, Allah
indinde misk kokusundan daha hoştur!
2- Orucun iftar vaktine kadar melekler
kendileri için istiğfar ederler.
3-
Şeytanların azgınları hapsedilir de diğer günlerde verdikleri zararı
veremez olurlar.
4- Her gün cennetin süslenmesine ve
kendisine layık olanlar için hazırlanmasını yüce Allah emreder...
5-
Ramazanın son gününde Ümmet-i Muhammed'in günahları bağışlanır."
Peygamberimiz bu müjdeyi verdikleri
zaman, ashâb: "Ya Resulallah, bu son gün, Kadir Gecesi midir?" diye
sordular. Peygamberimiz de: "Hayır. Fakat bilirsiniz ki, bir işi yapan,
işi bitirdiği gün onun ecrine nail olur" buyurdular.
Hâkim sahihtir kaydiyle
İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Ben, Kurban Bayramı ile emrolundum ve Allah bunu, bu ümmete
lütfetmiştir." [175]
Müslim'in Amr bin
el-Âs'tan rivayeti de şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Bizim orucumuz ile ehl-i kitabın orucu
arasındaki fark, sahur yemeğidir!" [176]
Ebû Dâvûd ve İbn-i
Mâce, Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Müslümanlar, iftarlarını te'hîr
etmedikleri müddetçe, bu dîn zahir (açık ve sâf) olarak devam eder! Biliniz ki
yahûdîler ve nasranîler oruçlarını te'hîr ederler..." [177]
Kütübü Sitte'nin (Buharî ile Müslim dışında
kalan) dördü, İbn-i Abbâs tarikiyle Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kabirlerdeki lahd
bize, şakk da bizden başkalarına emredilmiştir!" [178]
Ahmed, Cerîr bin
Abdullah el-Becelî'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Lahd bizim içindir, şakk da ehl-i kitâb içindir."
Müslim de Ebû Katâde'den
şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi
ve sellem) Aşûrâ Orucunu sordular. Peygamberimiz de cevâbında:
"Geçmiş senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Arefe Gününün orucunu
da sordular... O da: "Arefe Günü Orucu, hem geçmiş senenin, hem de gelecek
senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Alimler derler ki: "Bunun
böyle olması, Arefe Gününün (ki Kurban Bayramından bir gün öncesidir),
Peygamberimize ait bir gün olmasındandır. Aşûra Günü ise, Mûsâ (aleyhisselâm)'ın
günüdür... Böyle olunca, Peygamberimizin sünneti, Mûsâ (aleyhisselâm)'ın
sünnetinden efdal olmuştur. (Hattâ bu Arefe Günü, senenin bütün günlerinden
daha faziletli bir gün olmuştur.) [179]
Hâkim'in Selmân'dan
olan rivayeti de buna yakın durumdadır. Buna göre Selmân şöyle demiştir: Ben
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü, ben Tevrat'ta, yemeğin bereketinin yemekten evvel
elleri yıkamak olduğuna dâir bir şey okumuştum?" O da buyurdu ki:
"Yemeğin bereketi, yemekten evvel ve sonra elleri güzelce
yıkamaktır."
Yine Hâkim, Âişe'den
merfûan şöyle rivayet eder: “Yemekten evvel elleri yıkamak, bir hasenedir!
Yemekten sonra yıkamak ise, [180]
Peygamberimiz'in bir özelliği olarak bu
ümmette, namazda konuşmak haram, oruç iken konuşmak ise serbest kılınmıştır.
Önceki ümmetlerde ise bunun tersine idi.
Saîd bin Mansûr Sünen adlı kitabında
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret ettiği zaman, insanlar namaz kılarken bâzı
ihtiyaçları hakkında konuşabiliyorlardı. Nitekim daha önceki ümmetlerden
yahûdîlerde de durum böyle idi. Nihayet, "...Tam bir bağlılık ve saygı ile
Allah'ın huzuruna durunuz!" [181] mealindeki âyet indi de namazda konuşmak
haram oldu."
İbn-i Cerîr de İbn-i
Abbâs'ın yine bu âyetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:
"Yani ehl-i dînden olan herkes Allah'ın huzuruna durur... Fakat sizler,
tam bir huzur ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz! Onlar gibi namazdayken
konuşmayınız!..."
İbn-i Arabî, Tirmizî'nin
Sünen'i üzerine yazdığı şerhde der ki: "Bizden önceki ümmetler; oruç
tutarken yemekten ve içmekten sakındıkları gibi, konuşmaktan da sakınırlardı.
Bu suretle büyük bir zorluk içinde kalırlardı. Yüce Allah, bu ümmete lütfedip
kolaylık ihsanında bulundu. Oruç ibâdetini günün gündüz vaktine tahsis buyurdu,
oruçlu iken konuşmayı da serbest kıldı." [182]
Evet, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinin bu muvaffakiyet ve mahzariyetleriyle de büyük bir özellik kazanmıştır. O'nun ümmetinden başka ümmetlerde bu mahzariyetler bulunmamaktadır. Bu mahzariyetler, daha önceki ümmetlerin sâdece Peygamberine verilmiştir. Bu hususla ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Siz, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz..." [183]
Yine bu hususla ilgili bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz Kur'ân'ı hatırlamak ve öğüt almak için kolaylaştırdık!... [184]
Yüce Allah'ın bir âyet-i celîlesi de şu mealdedir: "Allah; bu Kur'ân'dan önceki kitaplarda da, bu Kur'ân'da da size "müslümanlar" adını vermiştir." [185]
Bu konuda Ahmed'in, hasendir kaydiyle Tirmizî’nin, İbn-i Mâce'nin ve Hâkim'in, Muâviye bin Hayda'dan naklettikleri rivayet de şöyledir: Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Siz, insanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz" mealindeki âyet-i celîle ile ilgili olarak şöyle dediğini duydum: "Ey benim ümmetim! Sizler, geçmiş ümmetlerin sayısını yetmişe tamamlayan bir ümmetsiniz! Ve bütün bu ümmetlerin Allah yanında en hayırlı ve en sevgili olanı da sizsiniz!" [186]
İbn-i Ebî Hâtim'in rivayetine göre, Ubeyy bin Ka'b şöyle demiştir: "Allah'ın gönderdiği Peygamberi ve o Peygamberi ile ulaştırdığı dîni kabul etmekte, en iyi ve en musbet davranan; bizim ümmetimiz olmuştur ve bu ümmet, bu sebeble bütün ümmetlerin en hayırlısı olma şerefine ermiştir."
İbn-i Râhûye'nin Müsned'inde, İbn-i Ebî Şeybe'nin de el-Musannefinde Mekhûl'dan naklettikleri bir haber var. Buna göre Mekhûl şöyle demiştir:
"Ömer (radıyallahü anh)'in bir yahûdîde alacağı vardı. Birgün bu alacağını istemeye gitti... Adam Ömer'i oyalamak istedi ve ağır davrandı. Ömer: "Muhammed'i bütün kullarından şerefli kılan Allah'a yemîn ederim ki, alacağımı almadan buradan ayrılmam!" diye yemin etti. Yahûdî de şu karşılığı verdi: "Ben de Allah'a yemin ederim ki, Allah Muhammed'i bütün kullarından daha şerefli kılmamıştır!" Buna sinirlenin Ömer yahûdîye bir tokat attı... Yahûdî de, Hazret-i Peygamber’e giderek durumu anlattı ve Ömer'i şikayet etti. Peygamberimiz de Ömer'e hitaben: "Sen bu adamın gönlünü alıp kendini ona bağışlatın alısın, yâ Ömer" buyurdu. Yahûdîye hitaben de:
"Bilesin ki, Âdem Safiyyullah'tır, İbrâhîm Halîlüllah'tır, Mûsâ Neciyyullah'tır, Îsâ da Rûhullah'tır!... Ben ise, Habıbullah'ım! Ey Yahûdî, unutma ki, Allah; kendi isimlerinden iki isimle de benim ümmetimi isimlendirmiş ve onlara "müslümanlar" ve "mü’minler" demiştir. Ey Yahûdî, hatırla ki, siz çok faziletli bir günü çok aradınız, fakat bulamadınız! O, bizim Cûmâmızdır! Sonra sizin gününüz, sonra nasaranın günü gelmektedir. Evet siz, ümmet olarak bizden önce gelmişsiniz. Fakat biz sonra gelip öne geçen bir ümmetiz! Bil ki, ben cennete girmeden diğer Peygamberler; benim ümmetim cennete girmeden de diğer ümmetler cennete giremeyeceklerdir!" [187]
Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden
biri de, sarığına püskül yaparak sarkıtması ve belden aşağı izâr giyinmesidir.
Bu husustaki haber ve rivayetler, Peygamberimiz'in Tevrat ve İncil'de
zikredildiğine dâir haberler meyâmnda geçmiştir ve orada, O'nun ümmetiyle
ilgili haberde: "...ve onlar, bellerinden aşağı izâr giyinirler..."
diye zikredilmişti.
Bu şekilde giyinmenin, meleklerin
sîmâsı ve kıyafeti olduğuna dâir de bir haber bulunmaktadır. Bu haberi Deylemî
Amr bin Şuayb tarikiyle onun babasından, o da onun dedesinden nakleder. O şöyle
demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir
hadîslerinde şöyle buyurdular: "Sizler, belden aşağıya izâr giyininiz! Ben
meleklerin, Rab'lerinin huzurunda bu şekilde giyinmiş olarak saf tuttuklarını gördüm... Ve bu izârı, bacaklarınızın diz
kapağı ile topuk kısmının ortasına kadar da uzatınız. Bundan fazla uzun da
yapmayınız..."[188]
İbn-i Asâkir'in
rivayeti de Âişe'den. O şöyle diyor; "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), Abdurrahman bin Avf’ın başına sarığını sarıverdi ve
sarığından bir miktarını püskül gibi sarkıttı. Sonra: "Ben melekleri böyle
sarıklı gördüm" buyurdu.
Meşhûr İbn-i Teymiye'nin bu hususta bir
tevcihi var... O şöyle der; "Sarığın ucunu püskül yapıp omzundan arkaya
doğru sarkıtmanın hikmeti; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (rü'yâsında),
yüce Allah'ın tecellîsine mazhar olduğu zaman; "Bu sırada Rabbim, elini
iki omzumun arasına koydu" diye ifâde buyurduğu hususu kendince bu şekilde
şereflendirmek, keremlendirmek istemesidir."
Hafız Irâkî ise, onun bu tevcîhini,
"ben, bu hususta bir nass ve nakil görmedim" diyerek red etmek
istemiştir." [189]
Peygamberimiz'in özelliklerinden
bâzıları da şunlardır: O'nun ümmetinden, daha önceki ümmetlerin üzerindeki ağır
yük kaldırılmış, önceki ümmetlerin pek çok meşakkatli işleri hafifletilmiş,
kendilerine dînde herhangi bir güçlük kılınmamıştır. Hatâ, unutkanlık veya
zorlama ile yapılan şeylerin mes'ûliyeti üzerinden kaldırılmış, sırf içinden
düşünmek sebebiyle günaha girmiş olmak da üzerinden kaldırılmıştır. O'nun
ümmetinden her kim, içinden bir günâhı işlemeyi geçirmiş olsa da işlemese, bu
kendisine günah olarak yazılmaz, üstelik Allah için vazgeçmiş olursa bir sevap
yazılır. Fakat bir iyiliği yapmayı niyet ettiği halde yapmamış olursa, yine
kendisine bir sevab yazılır, eğer yapacak olursa en azından on sevap yazılır.
Yine O'nun ümmetinden tevbe etmiş olmak
için kendisini öldürmesi veya pislik bulaşan bir yerini yıkamayıp kesmesi gibi
şeyler de kaldırılmıştır. Zekât mükellefiyeti dörtte birden, kırkta bire
indirilmiş, duaları müstecâb kılınmıştır. Haksız yere öldürülen kişinin
velîlerine, kısas ile diyet arasında seçim yapma hakkı tanınmıştır. Evlenmede
dörde kadar izin verilmiş, câriye nikahlamaya da müsâde edilmiştir.
Önceki ümmetlerde, kişi hanımı ay
hâlinde olduğu günlerde hanımını tamamen kendisinden tecrid eder, onunla bir
sofrada yemek bile yemezdi. Bu ümmette ise, cinsî yakınlık dışındaki yakınlık
ve arkadaşlıklara izin verilmiştir... Birlikte aynı odada kalırlar, aynı
sofrada yemek yerler... Yine önceki ümmetlerde kişi yatakta, hanımı ile yüzyüze
gelmek şartıyla cinsî muamele yapabiliyordu ve buna çok önem veriliyordu. Bu
ümmette ise, kişi isterse, hanımı yüzüstü yatar vaziyette iken de cinsî muamele
yeri aynı olmak şartıyla, hanımına yaklaşabilmektedir.
Yine O'nun ve ümmetinin bir özelliği
olarak, avret yerlerinin açılması, suret ve heykeller yapılması ve sarhoşluk
veren şeylerin içilmesi ise haram kılınmıştır. İşte bütün bunlar da, O'nun
özellikleri arasında yer almış bulunmaktadır.
Bu hususla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de
âyetler de bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını burada (meâlen) zikredelim: Yüce
Allah, bir âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin üzerinize dînde bir
zorluk kılmamışlar!"[190]
Bir âyetinde de şöyle buyurulmuştur:
"Allah sizin için kolaylık murâd eder, güçlük murâd etmez!..." [191]
Yine Yüce Allah bir âyetinde şöyle
buyurmaktadır: "Rabbimiz, eğer unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!
Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme!..."[192]
Yine Yüce Rabbimiz bir âyetinde de
şöyle buyurmaktadır: "...0 Peygamber ki, onların üzerindeki ağırlıkları,
sırtındaki zincirleri kaldırıp atar..." [193]
Yüce Allah, bu ümmetin dualarının
müstecâb oluşuyla ilgili bir âyetinde ise şöyle buyurmaktadır:
"...Kullarım, sana Benden sorarlarsa, şöyle söyle: Ben onlara yakınım!
Bana dua ettikleri zaman, dua edenin duasını kabul eder, karşılıksız
bırakmam..." [194]
Konumuzla ilgili olarak Feryâbt'nin
Tefsîr'inde Muhammed bin Ka'b'tan naklettiği bir haber var... O demiştir ki:
"Yüce Allah, beşeriyete gönderdiği nebi ve rasûllerden her birine:
"İçlerinde olanı ister gizlesinler, ister açığa çıkarsınlar, mutlaka
onları bundan dolayı hesaba çekeceğim!" mealinde bir emrî, muhakkak
göndermiştir. Önceki ümmetler nebî veya resullerine gelirler; "Bizler,
yapmadığımız bir şeyi sırf içimizden geçirmekle mes'ûl mü olacağız?"
diyerek mürâcâtta bulunurlar ve bu yüzden küfür ve dalâletlere düşerlerdi. Bu
mealdeki âyet Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) indiği
zaman, bu müslümanlara da güç gelmişti... Onlar da Peygamber Efendimiz'e
mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, bizler yapmadığımız bir şeyi, sırf
içimizden geçirmek sebebiyle sorumlu mu oluyoruz?" demişlerdi. Peygamber
Efendimiz de kendilerine: "Sizler, söz dinleyiniz, itaat ediniz ve
Rabbiniz'e yönelip O'ndan isteyiniz" buyurdu. Bundan sonra da "Amener
Resulü..." [195]âyetleri indi. Böylece Yüce Allah, sırf içinden konuşmak
veya geçirmek suretiyle sorumlu olmayı bu ümmetten kaldırdı. Ancak düşündükleri
şeyi bilfiil yaparlarsa başka... Bunda sorumluluk olduğu ise kafidir.
Nitekim ilgili âyette gaye açık olarak:
"Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi
zararmdadır" buyurulmuştur. [196]
(Bu konuda Müslim ve Tirmizî'nin İbn-i
Abbâs'tan rivayetleri de, aşağı yukarı bu merkezdedir.)
Buharî ile Müslim'in Ebû
Hüreyre kanalıyla Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivayet
ettikleri hadîs-i şerîfise şöyledir:
"Gerçekten Allah, benim için
ümmetimin içlerinden geçirdiklerini, ağızlarıyla söylemedikçe veya bilfiil onu
yapmadıkça onlardan bağışlamıştır!" [197]
Yine bu konuda, Ahmed, İbn-i
Hibbân, Hâkim ve İbn-i Mâce'nin de İbn-i Abbâs'dan bir rivayetleri
bulunmakta ve şu mealdedir: "Gerçekten Allah; yanılma, unutkanlık veya
zorlama neticesi yapılan işlerden sorumlu olmayı benim ümmetimden
kaldırmıştır!"
(Keza İbn-i Mâce'nin Ebû
Zerr kanalıyla yaptığı bir rivayet de, aşağı yukarı bu merkezdedir.)
Ahmed, Ebû Bekir
el-Şâfiî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir
Huzeyfe'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) secdeye vardı. Secdede o kadar çok kaldı ki, bizler
gerçekten O'nun secdedeyken ruhunu teslim ettiğini zannettik... Sonra başını
secdeden kaldırdı ve şunları söyleyip müjde etti:
"Rabbim bana tecellî buyurup sordu
ve: "Habîbim, senin ümmetine nasıl bir muamele etmemi istersin?"
dedi. Ben de: "Nasıl dilersen Rabbim! Çünkü onlar senin
kullanndandır" dedim. Rabbim bunu bana, tam üç defa sordu. Ben de her
defasında aynı cevâbı verdim... En sonunda Rabbim bana buyurdu ki: "Bil
ki, Ben seni, ümmetinin hakkında asla utandırmayacağım!" İşte Rabbim bana
böyle buyurdu ve ayrıca da, ben cennete girerken benimle beraber ümmetimden yetmiş
bin kişinin cennete gireceğini ve bunlardan her bin kişilik grubun arkasında
bir yetmiş bin kişilik cemâatin bulunacağını ve böylece hiç hesaba çekilmeden
cennete gireceğimizi de müjdeledi!... Sonra bana şefaat verildi: "Habîbîm,
sen dua edip iste, duan kabul edilecektir! Şefaatte bulunup iste, şefaatin
kabul olunacaktır" buyurulduğunu haber verdi. Sonra bana, gelmişimin ve geçmişimin
bağışlanmış bulunduğunu müjdeledi."
"Ashabım, bilirsiniz ki, benim
sadrım da şerh edilmiştir! Bana Kevser verilmiştir. Bu Kevser, cennette bir
nehir olup oradaki Havzınıa akar... Bana Rabbim, aynı zamanda bir aylık
mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salmak, kuvvetli ve başarılı
(muzaffer) olmak gibi özellikler de vermiştir. Cennete ilk girme hususiyeti de
bana verilmiştir. Ganimetler ümmetime helal kılınmıştır. Önceki ümmetlere zor
gelen pek çok şey, bize helâl kılınıp kolaylaştırılmıştır. Üzerimize dînde bir
güçlük kılınmamıştır, İşte ben, bütün bunları hatırladım da, böyle uzun bir
secdeden başka şükrümü ifâde edecek bir şey bulamadım..." [198]
İbn-i Münzir Tefsîr'inde ve Beyhekî Şuabu'l-imân
adlı kitabında İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "îsrâîl
Oğullarından biri bir günâh işlediği zaman, işlediği bu günâhı için ne gibi
keffârette bulunacağı, ertesi günün sabahında kapısının eşiğine yazılmış
olurdu. O da ona göre hareket ederdi. Sizin günâhlarınızın keffâreti ise, istiğfar
ederek affınızı yüce Allah'tan istemenizdir. Böylece günahlarınız bağışlanmış
olur. Ben Allah'a yemîn ederek söylüyorum ki, Allah bize Kur'ân'ında bir âyet
indirmiştir, İşte bu âyet bana, yeryüzünden ve bütün yeryüzündekilerden daha
sevimlidir! Bu âyet, Al-i İmrân Süresindeki şu âyet-i celiledir:
"Ve onlar bir kötülük yaptıkları,
ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarına
tevbe ederek bağışlanmalarını isterler. Zaten Allah'tan başka günahları da kim
bağışlayabilir? ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar da etmezler!"
[199]
İbn-i Cerir'in Ebû'l-Aliye’den rivayetine
göre, adamın biri Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip:
"Ey Allah'ın Resulü, bizim keffaretlerimiz de israil oğullarının
keffaretleri gibi olsa nasıl olur?" dedi. Efendimiz de cevaben:
"Allah'ın size verdiği, şüphesiz daha hayırlıdır. İsrâ'il oğulları bir
hata işledikleri zaman bunu, ertesi günün sabahında kapısının üzerinde yazılı
olarak bulurdu. Keffaretini de... Eğer, günahının bildirilen bu keffaretini
yerine getirirse, dünyada başkalarına rezil olurdu. Eğer yerine getirmezse,
âhirette kendisi için bir rezillik olmak üzere te'hir edilmiş olurdu. Elbette
Yüce Allah'ın size verdiği, bundan daha hayırlı bir şeydir!" Sevgili
Peygamberimiz bunu söyledikten sonra şu âyet-i celileyi okudular:
"Kim bir kötülük yapar, yahut
nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, şüphesiz Allah'ı
bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." [200]
Sevgili Peygamberimiz bu âyeti
okuduktan sonra da şöyle buyurdular: "Beş vakit namazlardan her biri diğer
namazla kendi arasında işlenilen günahlara keffâret olduğu gibi, bir Cum'a
namazı da diğer Cum'â namazı ile kendisi arasında işlenilen günahlara
keffârettir."
İbn-i Ebî Hâtim'in Ali İbn Ebû
Tâlib'den rivayeti de şöyledir: Ali (radıyallahü anh) İsrâ'il Oğullarından buzağıya tapanlar hakkında demiştir
ki: "Onlar Musa'ya gelip: "Bizim tevbemiz nedir?" dediler. Mûsâ
da: "Birbirinizi öldürmenizdir" buyurdu. Bunun üzerine birbirlerini
öldürmeye başladılar. Öyle ki, kişi kime raslarsa öldürüyordu. Kardeşini, babasını,
anasını öldürenler oluyordu. Böylece birbirlerini kırmışlardı."
İbn-i Mâce
Abdurahman bin Hasene'den rivayet eder. Onun nakline göre Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İsrâ'il oğulları idrar bulaşan
yeri, makasla kesmeğe mecbur idiler. İçlerinden biri bunu onlara yasaklamıştı.
O da bu yasaklamanın cezası olarak kabirde azaba mâruz kalmıştır."
Yine bu hususta Hâkim,
sahihtir kaydiyle Ebû Musa'dan rivayet eder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bir hadislerinde buyurdular ki: "Gerçekten İsrâ'il
oğulları, üzerlerine bir bevil (insan idrarı) bulaştığı zaman, o bulaşan yeri
makasla kesmekle mükellef idiler."
İbn-i Ebî Şeybe
el-Musannefinde Âişe'den şöyle nakleder: Birgün ben, yahudi kadınlarından
birinin yanına gitmiştim. O kadın bana, kabir azabının sebebinin, bevil
bulaşması (pislik) olduğunu söyledi. Ben de kendisine: "Öyle şey mi
olur?" diyerek itiraz etmiştim. Kadın tekrar bana: "Evet, benim
dediğim gibidir! İstersen Peygamber'e sor!" dedi. Ben de bunu Hazret-i
Peygamber'e sordum. O da bana: "Evet, yâ Âişe,
öyledir" buyurdu.
Ahmed, Müslim,
Tirmizi, Nesai ve İbn-i Mâce'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir:
Yahudiler, kadınları ay halini gördükleri zaman, onları esaslı bir şekilde
tecrit ederlerdi. Hanımları ile aynı odada kalmazlar, onlarla aynı sofrada
yemek bile yemezlerdi. Ashab-ı kiram bunu Peygamber'den (sallallahü
aleyhi ve sellem) sordular. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil oldu:
"Habibim sana, kadınların âdet
görme meselesini soruyorlar. De ki:
"O, eziyettir." Adet halindeki kadınlardan çekilin! Temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah'ın emrettiği yerden
onlara varın. Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever." [201]
İşte bu âyet nazil olduktan sonra,
Peygamberimiz: "Allah, bu ayetleriyle, âdet gören kadınla cinsi
münasebette bulunmayı yasaklıyor! Bundan maada şeyleri yapabilirsiniz! (Onlarla
aynı odada kalıp, onlarla birlikte aynı sofrada yemek yiyebilirsiniz!)"
buyurdu.
Yahudiler de bunu duydukları zaman
rahatsız olmuşlar ve: "Bu adam, acaba ne istiyor. Neredeyse bize ait olan
işlerin tamamında bize aykırı gidecek!" diye söylenmeye koyuldular. Çünkü
yahudiler, âdet halini gören kadınları büsbütün kendilerinden
uzaklaştırırlardı. Yüce Allah ise, inzal buyurduğu âyetiyle iki halin ortasını
emretti.
İbn-i Ebî Şeybe
el-Musannefinde Kurratul-Hemedâni'den nakleder: O şöyle demiştir: 'Yahudiler,
cinsi münasebet esnasında ailelerini ibrâk etmekten (yani yüzaşağı yatırmaktan)
sakınırlar ve bunu çok çirkin bir şey sayarlardı, İşte onların bu zihniyetini
kaldırmak üzere, Kur'an'ın: "Aileleriniz, sizin harsınızdır
tarlanızdır" [202] mealindeki âyeti inmiştir. Bu âyetiyle yüce Allah,
müslümanlara, cinsi münasebet esnasında ailelerine diledikleri taraftan
yaklaşmalarına izin vermiştir. Tabii Allah'ın emrettiği hars yerine, (aynı
cinsi organa) varmak şartıyla..."
Ebû Nuaym de
el-Mârife adlı eserinde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), Osman bin Maz'ûn'a hitaben buyurdu ki: "Bizim
dinimizde üzerimize ruhbaniyet yazılmamıştır! Benim ümmetim (yani bütün
müslümanların) ruhbaniyeti, beş vakit namazların vakitlerini beklemek üzere
mescidlere erken gidip beklemek, hacc ve umre ibadetlerini yapmaktır!"
Ahmed ve Ebû
Ya'lânın yine Enes'ten olan rivayetleri ise aynen şöyledir:
"Her Peygamber için bir ruhbaniyet
vardır. Benim ümmetimin ruhbaniyeti ise, Allah yolunda cihâd
etmektir!"[203]
Ebâ Davud Ebû Ümâme'den nakleder. O
şöyle der: Adamın biri Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip:
"Ey Allah'ın Resulü, Allah rızası için en sevablı bir ibadet olmak üzere
seyahate çıkmak istiyorum. Bana izin veriniz!" dedi. Peygamber Efendimiz
de bu adama verdiği cevabta: "Benim ümmetimin seyahati, Allah yolunda
cihâddır" buyurdu.
İbn-i Mübarek de Umâre bin Gazye'den
şöyle nakleder: Peygamber Efendimizin yanında seyahatten bahsedilmişti. Bu
sebeble Peygamber Efendimiz: "Allah bunu, bu ümmette, "Allah yolunda
cihad" olarak emretmiştir! Ve cihada gidenlerin, her tepeden aşarken
getirecekleri tekbir olarak münasib görmüştür!" buyurdu.
(İbn-i Cerir'in Âişe'den
naklettiği bir rivayette ise: "Bu ümmetin seyahati, Allah rızâsı için
nafile oruç tutmaktır" buyurulmuştur.) [204]
Buhârî'nin rivayetine
göre İbn-i Abbâs demiştir ki: "İsrâ'il
oğullarında, haksız yere öldürülen bir kişinin davacıları için ancak kısas
taleb etmek vardı. Diyet (kan bedeli) taleb etmek hakkı tanınmamıştı. Yüce
Allah bu ümmet için ise şöyle buyurmaktadır:
"Ey mü’minler! Öldürmede kısas
size farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köleye köle, kadına kadın. Fakat kim
(herhangi bir katil), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman affedene diyeti
ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim,
bundan sonra da saldırıya kalkarsa, onun için acı bir azab vardır."[205]
İşte, bu ayette görüldüğü gibi, bu
ümmette (İslâm şeriatinde), hem kısas, hem de diyet vardır. Ayette geçen aftan
maksat, kısas taleb etmekten vazgeçip, diyet talebinde bulunmaktır. Elbette bu,
ilgili ayette açıklandığı veçhile, Allah'tan bir hafifletme ve bir rahmettir. İslâm
şeriâtindeki kolaylık ve genişliğe bir örnektir. [206]
(İbn-i Cerir'in de bu hususta İbn-i
Abbâs'tan bir rivayeti bulunmaktadır. Fakat o da aşağı yukarı bu
merkezdedir.)
Yine İbn-i Cerir, Katade'den şöyle
rivayet etmektedir: Tevrat ehline yazılıp farz kılınan, sâdece kısas idi.
Onların şeriatinde diyet yoktu. İncil ehlinde ise, sâdece affetmek olup, kısas
yoktu. İşte onlar bu şekilde emrolunmuşlardı. Yüce Allah, bu ümmet için ise;
hem kısası, hem diyeti, hem de tamamen affetmeyi meşru kılmıştır ki bizim
şeriatimizin daha büyük ve daha geniş olduğu, burada da açığa çıkmaktadır.
Evet, öldürülenin velileri, isterlerse, aralarında halâ din kardeşliği sona
ermemiş bulunan katili, tamamen affedip diyet almaktan da vazgeçebilirler.
Böyle bir prensib, daha önceki ümmetlerin ve şeriatlerin hangisinde
görülmüştür? Hiç birinde görülmemiştir.
İbn-i Ebî Şeybe
el-Musannefinde şöyle der: "Bize veki' rivayet etti. Ona Süfyân söylemiş,
ona Leys nakletmiş... Ona da Mücâhid haber vermiş ve şöyle demiştir: "Yüce
Allah'ın bu ümmete (müslümanlara) olan kolaylıklarından biri de, ehl-i kitaptan
olan bir nasrâniyenin veya bir cariyenin nikâhim helâl kılmış olmasıdır."
(Burada Beyhekî, Vehb
bin Münebbih'ten bir rivayette bulunuyorsa da, Ümmet-i Muhammed'in bâzı
vasıflarıyla ilgili bölümde bunlar geçmiş olduğundan, burada tekrarına lüzum
görülmedi. Nitekim bir kısmı da, içinden geçenlerin günah olup olmadığıyla
ilgili hadîsler mey ânına geçmiştir.)[207]
O'nun ümmeti açıktan helak olmaz, gark olmaz; önceki ümmetlerin uğradığı azâblara uğratılmaz. Kendilerinden başka köklerini kazıyacak bir düşmanın tasallutu altında bırakılmaz. Sapıklık üzerine toplanıp ittifak etmez... İşte bundan dolayıdır ki, Ümmet-i Muhammed'in ittifakı kesin bir hüccet ve delîl olmuştur! İttifak edemeyip ihtilâflara düşmeleri de yine onlar için bir kolaylık ve ruhsat olmuştur. Halbuki önceki ümmetlerin ihtilâfı, onların azâb ve helak sebebi idi.
Müslim Sevbân'dan şöyle rivayet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Yeryüzü benim için dürüldü de ben onun doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü de, bana dürülen yerlere kadar uzanacaktır!... Yeryüzünün hazînelerine (altınına ve gümüşüne) vâris olacaktır. Aynı zamanda ben Rabbime dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini istedim! Rabbim de benim bu istek ve duamı kabul buyurdu. Kendilerinden başka kendilerim ezecek düşmanları olmamasını da istedim, bu duam da Rabbim tarafından kabul edildi."
İbn-i Ebî Şeybe'nin Sa'd'dan olan rivayeti de şöyledir: "Ben Rabbim'e dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini ve onları gark etmemesini istedim. Rabbim de benim bu isteğimi kabul etti... Yine Rabbim'e dua edip ümmetimin birbirlerine zulmetmemesini, birbirlerinden azâb görmemelerini istedimse de, Rabbim bu duamı kabul etmedi.[208].
Dârimî, İbn-i Asâkir, Amr bin Kays'tan şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "...Yüce Allah bana, ümmetimi şu üç şeyden koruyacağını va'd buyurdu: Onlara umûmî bir kıtlık vermeyeğine, düşmanlarının kendilerini yok etmesine fırsat vermeyeceğine, delâlet üzerine birleşmelerine imkân vermeyeceğine..." [209]
Hâkim'in İbn-i Ömer'den rivayet ettiği hadîs de aynen şöyledir: "Allah, bu ümmeti ebediyen sapıklık üzerinde toplamayacaktır!"
Yine Hâkim'in İbn-i Abbâs'tan bu mealde de bir rivayeti bulunmaktadır. Bir de Şeyh Nasr el-Makdist'nin Kitâbü'l-Hucce adlı eserinde birisinden naklettiği bir rivayet bulunmaktadır. O da şu mealdedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." [210]
Hatib de Ruvâtü Mâlik'te İsmail bin Ebû'l-Mücâlid'den şöyle nakletmektedir: "Birgün Hârûn el-Râşid, İmâm-ı Mâlik'e hitaben dedi ki: "Yâ imam, senin bu kitaplarını yazdırıp bütün İslâm beldelerine dağıttırmak istiyorum! Herkesin senin yazdığın kitaplarla amel etmesini istiyeceğim!" İmâm'ın ona cevâbı ise şöyle olmuştur: "Yâ emîra'l-mü’minîn, sakın böyle yapmayınız! Zira şu ümmetin âlimlerinin (teferruata âit meselelerde) ihtilâf etmeleri, haddi zâtında bu ümmet için Allah'ın bir rahmetidir. Herkes kendince sahih ve sabît olana uymaktadır. Hepsi hidâyet üzeredirler. Hepsi de Allah'ın rızâsını aramaktadırlar."[211]
Buhârî, Tirmizî ve Nesâi Ömer bin el-Hattâb'dan şöyle rivayet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Müslümanlardan herhangi bir kimse için dört müslümün hayırla şahitlikte bulunursa, o müslümanı Allah cennete kor!" Bunun üzerine denilmiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, eğer bir kimsenin hayır ve iyiliği için üç kişi şahitlikte bulunursa, o kimse de cennetlik midir?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Yine sordular: "Peki iki kişi şahitlikte bulunursa, yine böyle midir?" Peygamberimiz yine "evet" buyurdular. Bunun üzerine biz, "bir kişi şahitlikte bulunsa dahi böyle midir?" diye sormadık." [212].
Buhârî ve Müslim Üsâme
bin Zeyd kanalıyla rivayet edilen şu hadîsi nakletmiştir: "Tâûn hastalığı,
îsrâîl Oğullarına gönderilmiş bir azaptır! Bu sizden öncekilerin hepsine de bir
azâb olarak gönderilmiştir."
Buhârî'nin Âişe'den
rivayet ettiği hadîs ise şu mealdedir: "Ben, Peygambere (sallallahü
aleyhi ve sellem) tâûn hastalığı hakkında sordum. O da bana dedi ki:
"Allah'ın dilediği kullarına gönderdiği bir azaptır! Fakat Yüce Allah
bunu, bu ümmet için bir râhmat kılmıştır. Kendi beldesinde taun hastalığı çıkan
bir kimse, eğer sabreder ve sevabını da Allah'tan umduğu halde beldesinde
kalır, sonra bu hastalığa yakalanarak ölürse; muhakkak kendisine, bir şehide
verilen sevâb kadar sevab verilir!" [213]
Buhârî ve Müslim (ittifak hâlinde) Muğîre bin Şûbe'den şu hadisi rivayet ederler: "Ümmetimden bir taife, tâ kıyamete kadar hep hak üzere bulunacaktır!"
Ebû Nuaym'in İbn-i Ömer tarikiyle naklettiği hadîs ise, şu mealdedir: "Her asırda, ümmetimin içinde öne geçen ve mertebeleri çok yüksek olan bâzı zâtlar bulunur."
Ebû Ya'lâ'nın Câbir'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim ümmetim, tâ Îsâ ininceye kadar hak üzere bulunur. İsâ indiği zaman, ümmetimin tamâmı ona der ki: "Buyurun, öne geçip namazı kıldırın!" Îsâ ise öne geçmek istemez ve: "Sen buna daha layıksın. Sizin bazılarınız bazılarınıza âmir bulunmaktadır" der. İşte bu, Allah'ımın ümmete büyük keramet olarak verdiği bir özelliktir!"
Bu hadîsi, Müstim de rivayet etmiştir. Yalnız onun ifâdesi biraz farklı olup şöyledir: "Mü’minlerin emîri o zaman Îsâ'ya: "Haydi buyur, öne geçip namazı kıldır!" der. İsâ da: "Hayır, sizin bâzınız bâzınıza emîr ve imamdır. Bu da size Allah'ın büyük bir ikramıdır!" diyerek karşılık verir."
Buhârî Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini bildirir: "Ey ümmetim siz nasıl olacaksınız o zaman ki, Îsâ inmiş olacak ve imamınız da sizden bulunacaktır!'
Ahmed de sahih bir senedle Âişe'den şu rivayeti nakletmektedir: "Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), deccâl ile mücâdele zamanında müslümanların uğrayacakları büyük bir sıkıntıdan bahsetti. Ashâb: "O zaman, en hayırlı mal hangisi olacak?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Ailesine su getirebilecek bir oğlan çocuğu, her şeyden kıymetli olacaktır! Yiyecek bir şey ise, zâten bulunamayacaktır" buyurdu. Ashab tekrar sordu: "Peki o zamanki müslümanlar ne yiyecekler?" Peygamberimiz de şu karşılığı verdi: "Onların yiyeceği, tesbîh, tekbir ve tehlîl olacaktır!" [215]
Ahmed, bu hadîsin benzerini de, Esma binti Yezid'den rivayet etmiştir. (Yine bu mealdeki bâzı hadîsleri, Taberânî ile Hâkim dahî rivayet etmişlerdir.)[216]
Yine O'nun bir hususiyeti olarak
ümmetinin okuduğu ezanları ve getirdiği telbiyeleri gökte melekler dinler.
O'nun ümmeti her hâl ü kârda Allah'a hamdeder. Her tepeyi aşışta "Allahü
Ekber" her inişte de "Sübhanellah" diyerek Allah'ı tekbir ve
teşbihte bulunurlar. Bir iş yapacakları zaman "inşâallah" diyerek
Allah'ın izin ve iradesine olan bağlılıklarını ifade ederler. Gadablandıkları
zaman "lâ ilahe illallah" derler, birbiriyle çekiştiklerinde de
"fesübhanâllah!" derler. Mushafları göğüslerinde (ezberlerinde) dir.
Öne geçenleri, gerçekten de öne geçmiştir! Orta halli olanları kurtulmuş,
kendisine yazık edenleri de bağışlanmış bir ümmettir. Bir istisnası olmaksızın,
hepsine merhamet edilmiştir. Onlar, aynı zamanda cennet ehlinin elbisesi olan
beyaz renkli elbiseleri tercih ederler. Namaz vakti gelmiş midir, diye güneş'e
dikkat ederler.
Peygamberleri sayesinde bu ümmet,
gerçekten bir "ümmet-i vasat" ve bir "ümmet-i adl’dir! Yâni tam
merkezde bulunan bir orta ümmettir! Adaleti temsil eden bir ümmettir! Allah'ın
tezkiyesi ile, bunun böyle olduğu sabittir. Bu ümmet, düşmanları ile bir savaşa
girdikleri zaman, onların bu savaşına melekler de gelip hazır olurlar. (Onlara
yardım ederler.) Kendilerine, Peygamberlere farz kılman şeyler farz
kılınmıştır. Yâni: Abdest, gusül, hacc ve cihad. Aynı zamanda kendilerine,
peygamberlerin nafile ibadetleri de verilmiştir. Bu nafilelere de ehil ve layık
kılınmışlardır. (Bunların pek çoğu, Peygamberimiz'in adının Tevrat ve İncil'de
geçtiğine dair olan önceki bölümlerde, bâzı eserlerin zikredilmesiyle geçmiş
bulunmaktadır. O bölümlerde; Peygamberimiz'in ve ümmetinin bu özelliklerinden
pek çoğu anlatılmış idi.)
Bu bölümde zikri geçen özelliklerden
bazılarıyla ilgili rivayetlerden birinde ki, bunu İbn-i
Ebî Hatim, Hayseme'den nakletmiştir, şöyle denilmiştir: "Siz
Kur'an'da, kendinize: "Ey mü’minler!" diye hitab edilmekte olduğunu
görüyorsunuz! Halbuki önceki ümmetlere olan hitâblarda: "Ey
miskinler!" deniliyordu."
Yine İbn-i Ebî Hatim, İbn-i
Abbâs'tan şöyle nakleder: "Yüce Allah, Kitabında:
"Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik"
buyuruyor. [217] Bu âyetle bu ümmetin özelliğini bildiriyor. Allah bu ümmeti,
indirdiği her kitaba vâris kılmış, kendilerine yazık edenleri bağışlamış, orta
halli gidenlerin hesablarını kolay kılmış, öne geçenlere hesaba çekilmeksizin
cennetini lütfetmiştir." [218]
Saîd bin Mansûr Ömer İbni'l-Hattab'tan
naklederek şöyle der: "Ömer, herhangi bir
hususta nizâa düşüp de delil getirmek durumunda kaldığı zaman, yukarıda geçen
Fatır Sûresinin 32. ayetini okur ve delil getirirdi. Sonra derdi ki: "İşte
bu âyet gereği, bu ümmetin öne geçenleri doğrudan cennete girecekler, orta
halli olanları da yakayı kurtaracaklar, iyi amelle kötü ameli birbirine
karıştırıp nefislerine yazık edenler de bağışlanacaklardır! Bizim ümmetimizin duydum
(Bunu bu şekilde Ömer'den,
"ben bunu Peygamber Efendimizden um" diyerek merfuân, İbn-i Lâl da
rivayet etmiştir.)[219]
Şeyh Izzüddin bin Abdüsselâm der ki:
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, O'nun ümmetinin amelinin (ve ömrünün) az olmasına karşılık, sevâb ve
mükâfatın çok olmasıdır."
Buharî ve Müslim İbn-i
Ömer'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Önceki ümmetlere nazaran sizin nöbet
devreniz (ve zamanınız), tıpkı ikindi vaktiyle
İmâm Fahrüddîn el-Râzî demiştir ki: "Peygamberlerden hangisinin mucizesi daha zahir ise, onun ümmetinin sevabı daha azdır." [221]
Allâme İbn-i Seken de bu konuda şöyle demiştir:'Yâni, O peygamberin ümmetinin; Peygamberini tasdik bakımından alacağı sevâb daha az olur. Zira inşam tasdîke götüren delil ve mucizenin daha aşikâr olduğu bir sırada tahakkuk eden tasdîk-i kalbî, daha kolay olmuştur. Bu tasdikte, daha az zahmet çekilmiş, daha az fikir sarfedilmiş demektir. Fakat bu söylenen, Önceki ümmetlerin birbirine olan münâsebeti ve kıyâsı itibariyledir. Yoksa bu ümmete, hem mucizeler daha zahir bulunmuş, hem de sevâb ve mükâfatlar daha çok kazanılmıştır. Bu ümmet, Önceki ümmetlere kıyâs edilemez..."[222]
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de,
O'nun ümmetine evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerinin verilmiş ve ilim
hazînelerinin kendilerine açılmış olmasıdır. Keza bu ümmete İsnâd ilmi, Ensâb
İlmi, îrâb ilmi gibi ilimler de verilmiş ve hiç bir ümmette görülmemiş bir
şekilde çeşitli konularda ve çok sayıda kitaplar vücûde getirilmiştir. Bu
ümmetin âlimleri, "îsrâîl Oğullarının Peygamberleri Gibi" olmuştur.
[223]
Peygamber Efendimiz'in Tevrat ve
İncil'de adının geçtiğine dâir olan bölümde: "...Öyle bir Peygamber ki,
O'nun ümmetine, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri verilmiştir"
anlamındaki hadîs zikredilmiştir.
Burada da Ebâ Zür'a'nın Târih'inde Şefi
bin Mâti' el-Esbahî'den naklettiği haberi kaydedelim. Şefi demiştir ki:
"Bu ümmette her şey keşfedilecektir. Hatta yerin dibindeki hazîneler bile
bu ümmete açılacaktır."
İbn-i Hazm da, bu ümmetin özellikleri
beyanında şöyle demektedir: "Aklı, adaleti ve mürüveti yerinde olan sika
râvîlerin, yine bu vasıfta olan diğer râvîlerden naklederek Peygamber'in
hadislerini koruyup sonraki nesillere aktarması ve bu suretle sünnete hizmet
etmeleri; Yüce Allah'ın sırf bu ümmete nasîb buyurduğu büyük bir özelliktir.
Geçmiş ümmetlerden hiç birinin, böyle hafızları yoktu..." [224]
İmâm-ı Nevevî de el-Takrîb adlı
kitabında şöyle demektedir: "îsnâd, yâni Peygamberimiz'in hadîslerini
naklederken senede itibâr ve îtinâ göstermek, bu ümmete mahsûs bir keyfiyettir!
Önceki ümmetlerde böyle bir şey yoktu."
Ebâ Ali el-Cübbâi de bu konuda şöyle
der: Yüce Allah, bu ümmete üç büyük hususiyet (özellik) vermiştir. Bunlardan
biri, İsnâd, biri Ensâb, bir diğeri de Irâb ilmidir."
Mâliki İbn-i Arabi de Tirmizi'nin
Sünen'i üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Bizden önceki ümmetlerin
hiç birinde, bu ümmetin âlimlerinde görülen kitâb tasnif etme, yazılan
kitapların ve çeşitli ilmî konuların esaslı bir şekilde araştırılıp tahkik ve
tedkik edilmesinde alabildiğine derinleşme ve bu hususlar, asla ve asla mevcûd
değildi. Bu, sâdece bu ümmetin âlimlerine verilmiş çok büyük bir
özelliktir."[225]
Abdullah bin Ahmed,
Zevâidü'z-Zühd adlı kitabında Mâlik bin Dinar'ın şöyle dediğini nakleder:
"Bize ulaşan bir habere göre, bu ümmete verilmiş bulunan îmân, üç defadan
fazla yük taşımaz... Yâni onun üzerine üç defadan fazla yük yükletilmez...
Sonunda mutlaka bir çıkış yolu ve kurtuluş verilir." [226]
Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, ilk kendine gelip dirilecek ve ilk olarak kabrinden kalkacak kişi olmasıdır. Mahşere giderken yetmiş melek refakatinde gitmesi, O'nun adına Mevkıf ta ezan okunması, Mevkıf ta cennet hüllelerinden iki büyük hülle giydirilmesi ve makamının Arş'ın sağ tarafında olması da O'nun bâzı özellikleridir. Bu hususlarla ilgili hadisler vardır. Bunlardan bâzılarını da burada zikredelim:
Müslim, Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde buyurdu: "Kıyamet günü Âdem oğullarının efendisi, kabri ilk yarılacak olan, ilk şefaat edici, şüphesiz benim!"
Buhârî ve Müslim (ittifakla) Ebû Hüreyre'den, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder: "Bütün insanlar, sûr üfürüldükten sonra ölmüş ve kendinden geçmiş olurlar, ilk kendine gelip dirilecek olan, şüphesiz ben olacağım!" [227]
Tirmizî hasendir kaydiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kıyamet günü bana cennet hüllelerinden bir hülle verilir, bunu giyerim ve sonra Arş'ın sağındaki yerimi alırım! Bu makama benden başka hiçbir kimseye durmak yoktur! Bu, ancak bana hâs olan bir makamdır!"
Ebû Nuaym'in İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "ilk elbisesi giydirilecek olan, İbrâhîm (aleyhisselâm)'dır. Sonra o, Arş'a doğru dönerek yerini alır. Sonra benim elbisem getirilir, Ben de onu giyer ve onun sağındaki yerimi alırım. Buraya benden başkası duramaz! Çünkü burası, bana mahsûs, bir makamdır. Beni bu makamda gören bütün insanlar, bana gıpta ederler." [228]
Yine Ebû Nuaym'in Ümmü Kürz'den bir rivayeti var. O da şöyle demiştir: Ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: "Ehl-i îmânın kabirlerinden dirildikleri günde, onların efendisi benim! Sırattan ilk geçecek olanları da benim. Onlar ümîdsizliğe düştükleri zaman, müjdeleyicileri benim. Secdeye vardıklarında önlerinde yine ben olacağım... Rab Teâlâ hazretlerine en yakın olanları da şüphesiz benim! Bu itibârla o gün konuşan, şefaat eden, şefaati kabul edilen, Rabbim'den dilekte bulunan ve dileği yerine getirilen de ben olacağım!"
Dârimî, Tirmizî, Ebû Ya'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Enes'ten rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu naklederler: "Öldükten sonra dirilme gününde kabrinden ilk kalkan, mahşer yerinde toplanırken önde giden, herkesin sustuğu sırada konuşan, Mevkıf ta bekletildikleri zaman cümle mahşer halkına şefaatçi, ümidsizliğe düştükleri sırada kendilerine müjdeci olan, kerem ve şeref sancağını elinde tutan, cennetin anahtarları kendisinde bulunan hep ben olacağım! Âdem oğullarının Allah indinde en keremli ve şerefli olanı benim! Ben bunu asla övünmek için söylemiyorum! (Sâdece Rabbim'in bana olan lütuf ve nimetlerini duyurmak için söylüyorum!) Ben, cennete girdikten sonra da etrafımda bin hizmetçi dolaşır."[229]
Sevgili Peygamberimiz'in bu özellikleri
yanı sıra, şu özellikleri de vardır: O gün, Peygamberlerin imâmı dahi O'dur,
hatipleri, önderleri, şefaatçileri, ilk şefaat edenleri, Allah'a ilk nazar
edenleri, secde etmeye ilk izin verilenleri, secdeden ilk başını kaldıranları
da hep O'dur. Keza O'nun bir büyük özelliği de, diğer Peygamberlere,
Peygamberlik vazifelerini nasıl tebliğ ettikleri sorulacağı ve buna dâir şâhid
isteneceği halde, O'nun Peygamberliğini tebliğ ettiğine daîr şahit
istenmeyecektir.
Şüphesiz O'nun bir büyük özelliği de,
Şefâat-i Uzmâ'nın kendisine verilmiş olmasıdır ki, kıyamet günü, mahşer yerinde
bekletilen halk, bütün Peygamberlerden, haklarında hüküm verilmesinin başlaması
için şefaat taleb edecekler, onlar ise hep bundan kaçınacaklardır. Sıra Peygamberimiz'e
gelecek ve bu hususta ancak O şefaat edecektir, İşte O'nun bu şefaati, şefaat-i
uzma'sı olacaktır ve O'nun bu şefaati bütün mahşer halkına (kâfirine, mü’minine...)
şâmil bulunacaktır." [230]
O'nun orada diğer şefaatleri de
olacaktır. Burada sırasiyle bunları da zikredelim. Şöyle ki:
Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), Şefaat-i Uzmâ'sından sonra, ikinci olarak, bâzı mü’minlerin
hiç hesaba çekilmeden doğruca cennete gitmeleri hakkında şefaat edecektir.
Onlar da doğruca cennete gideceklerdir. Sonra; kendileri ehl-i tevhîd ve ehl-i
îmândan oldukları halde bâzı günahlarla geldikleri için cehennem azabını hakedenlerin,
cehenneme girmeden cennete gönderilmeleri hakkında şefaat edecek, O'nun bu
şefaati de kabul edilecektir. Sonra, cennet ehlinin derecelerinin yükseltilmesi
hakkında şefaat edecektir ve onların dereceleri, bu şefaat sayesinde
yükseltilecektir." [231]
Yine Efendimiz'in bir özelliği olarak,
ebediyen cehennemde kalacak olan kâfirlerin azabının hafiflemesi şeklinde de
O'nun şefaati olacaktır. Keza müşriklerin sabî iken ölmüş bulunan çocukları
hakkında da şefaat edeceğine daîr rivayet bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kerîm Kitabında buyurur ki:
"...Habibîm, böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır."
[232]
İmâm-ı Ahmed, Ebû Hüreyre'den
şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "Ben, şüphesiz kıyamet günü insanların
efendisiyim! Fakat bunun hikmetini sizler biliyor musunuz?" Bunun
tecellîsi şöyle olacaktır:
"Yüce Allah, bütün insanları
(evvelkileri ve sonrakileri), kıyamet günü bir sahrada (mahşer yerinde)
toplayacaktır. O gün Güneş, son derece yaklaşıp insanları hararet ve ter içinde
bırakacaktır. Bu sebeple insanlar, tahammüllerinin üstünde bir sıkıntı ve
şiddete mâruz kalacaktır, insanlardan bâzıları diyeceklerdir ki: "Şu
içinde bulunduğunuz hâli görüp dururken, buna bir çâre aramıyacak mısınız?
Bizlere kim şefaat edecek acaba? Bunu arayıp sormayacak mısınız?" İşte
bâzılarının bu sözü üzerine, bâzıları da: "O halde atamız Âdem'e gidip,
ondan şefaatçi olmasını rica edelim!" diyecekler. Bu suretle Âdem'e
gidecekler ve diyecekler ki:
"Ey Âdem, sen
bütün beşerin babasının! Allah, seni eliyle yaratmış ve ruhundan sana üflemiş,
meleklerini de sana secde ettirmiştir. Sen Allah'ın bunca lütfuna mazhar olmuş
bir büyüğümüz olarak, bizim hakkımızda Allah'a şefaatçi oluver! İçinde
bulunduğumuz hâli ve ne duruma geldiğimizi görüyorsun..."
Âdem'in onlara vereceği cevap ise şöyle
olacaktır: "Bugün Rabbimiz, şimdiye kadar gadaplanmadığı derecede gadaplı
bulunuyor! Halbuki benim O'na karşı bâzı kusurlarım olmuştur. O beni,
cennetteki o ağaçtan yememem hakkında uyarmışken, ben yiyip hata işledim. Bu
sebeple bugün, kendimden başkasını düşünecek halde değilim... En iyisi sizler,
bir başkasına, meselâ beşerin ikinci atası durumunda bulunan Nuh'a
gidiniz!"
Bunun üzerine onlar da Nuh'a gidecekler
ve ona:
"Ey Nûh, sen, resullerin ilkisin!
Allah sana: "Çokça şükreden kulum!" demiştir. Sen, bizim hakkımızda
Rabbimiz'e şefaatçi oluver! İçinde bulunduğumuz sıkıntıyı görüyor,
biliyorsun!" diyecekler. Nuh'un onlara vereceği cevâb ise şöyle olacaktır:
"Rabbim bugün son derece gadaphdır. Ben vaktiyle kavmim için beddua
etmiştim... Bu küsurumu hatırlayıp, burada sâdece kendimi düşünebilmekteyim...
Sizler en iyisi bir başkasına, İbrâhim'e gidiniz... Belki o size şefaatçi
oluverir."
Nuh'tan bu cevâbı alınca, doğruca
İbrâhim'e gidecekler ve diyecekler ki: "Ey İbrâhîm, sen, hem Allah'ın nebisi,
hem de halîli bulunuyorsun... İçinde
bulunduğumuz durumu ve ne hâle geldiğimizi görmüyor musun? Bizim hakkımızda
Rabbimiz'e şefaatçi oluver." İbrâhîm de onlara şu cevabı verecektir:
"Rabbim bu gün son derece gadablıdırî Benim de Rabbim indinde bâzı
kusurlarım olmuştur. [233] Bugün ben dahî, kendimden başkasını düşünebilecek,
mahşer halkına şefaat edebilecek durumda değilim... Siz, en iyisi bir
başkasına, Musa'ya gidiniz! Belki o sizin için şefaatçi oluverir."
Onlar bunun üzerine Musa'ya gidecek ve
ona diyecekler ki: "Ey Mûsâ şüphesiz sen Allah'ın resulüsün! Allah seni
risâleti ve kelâmı ile seçip şereflendirmiştir. Sen olsun bizim hakkımızda
Rabbimiz'e şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" O da
kendilerine şu karşılığı verecektir: "Bugün Rabbim, misli görülmemiş ve
görülmeyecek derecede gadablı bulunuyor. Ben vaktiyle, emrolunmadığım halde bir
nefsi öldürmek durumunda kalmıştım. Bu yüzden bugün kendimden başkasını
düşünecek ve başkalarına şefaat edecek durumda değilim... En iyisi siz bir
başkasına, Îsâ'ya gidiniz. Belki o size şefaatçi olabilir. [234]
Mahşer halkını temsîlen bir şefaatçi
bulmak için çabalayan bu insanlar, Musa'dan da bu cevâbı alınca doğruca Îsâ'ya
giderler ve ona derler ki: "Ey Îsâ, bildiğimiz kadarıyla sen Allah'ın
Resulü ve Meryem'e ilkâ buyurduğu kelimesi ve ruhusun! Daha beşikte iken
insanlarla konuştun... Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol! İçinde
bulunduğumuz hâli ve bize ulaşan sıkıntı ve şiddeti görmüyor musun?"
Îsâ'nın onlara vereceği cevâb da şu
olacaktır: "Bugün Rabbim, öylesine gadab etmiş bulunuyor ki, bu derece şimdiye
kadar hiç gadab etmemişti, şimdiden sonra da etmez! Ben, Rabbim'in bu derece
gadablı olduğu bir günde, kalkıp O'na kulları hakkında şefaatçi olamam! Siz, en
iyisi bir başkasına, Muhammed'e gidiniz! Umarım ki sizin hakkınızda O şefaatçi
olur."
İşte onlar, bunun üzerine bana gelirler
ve derler ki: "Ey Muhammed, şüphesiz sen Allah'ın resulü, Peygamberlerin
en sonuncususun! Allah senin gelmişini ve geçmişini affetmiştir. Bugün bizler
için Rabbimiz indinde şefaatçi olmanı istiyoruz! Bize ulaşan şiddeti ve içinde
bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" Ben de onların bu mürâcatları üzerine
yerimden kalkar, Arş'ın altına varır, derhal secdeye kapanırım! Secdedeyken,
Rabbim'in bana olan ilhamına ve feyzine göre O'na hamd ü senalarda
bulunurum.... Öylesine güzel ve müstesna bir şekilde hamd ü sena ederim ki,
böylesi bundan önce hiçbir kimseye nasîb olmamıştır. Ben, bu şekilde hamd ü
senaya devam ederken Rabbim bana seslenir ve derki:
"Ey Muhammed! Başını secdeden
kaldır ve iste! Bugün senin istediklerin verilecek; şefaatte bulun, şefaatin
kabul edilecek." Ben de başımı secdeden kaldırıp Rabbim'den ümmetimi
ister, "Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim,
ümmetim, ümmetim" diyerek inlerim. Bunun üzerine bana: "Ey Muhammed,
ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları al cennete götür!" diye nida
olunur. Ben de onları alıp cennete götürürüm. Onların, istedikleri cennet
kapısından cennete girme hakları bulunduğu halde, sağdaki cennet kapısından
girmeleri emredilir. Onlar da oradan cennete girerler."
"Ben, varlığım kendi elinde
bulunan Rabbim'e yemin ederim ki, cennet kapılarından birinde bulunan iki
kanadın büyüklüğü, Mekke'den Hecer arası kadar vardır."
(Buhâri ile Müslim'in
rivayet ettikleri uzun şefaat hadîsi de, buraya kadar olan kısmın sonrasına âit
şu bilgiyi içermektedir.)
"...Şefaatimin kabul edildiği
bildirildikten sonra, başımı secdeden kaldırırım. Bana, ümmetimden muayyen bir
kısmını cennete götürmem emredilir. Ben de onları cennete sevkederim... Sonra
ikinci defa, secde ettiğim makama gelip Rabbim'e dua ve niyazda bulunurum.
Rabbim, benim secdede kalmama izin verdiği kadar secdede kalırım. Sonra bana
buyurur ki: "Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dediğin yerine
getirilecek, iste, istediğin verilecek; şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır."
Ben derhal başımı secdeden kaldırıp O'nun bana öğrettiği şekilde O'na hamd ü
senada bulunur, sonra şefaat ederim. Bana yine, ümmetimden muayyen sayıda bir
topluluğu cennete sevketmem için izin verilir. Ben de onları cennete
sevkederim. Sonra o makamıma üçüncü defa gelir secdeye kapanırım. Rabbimin izin
verdiği kadar secdede kalır, O'na hamd ü senada bulunurum. Sonra bana denilir
ki: "Muhammed, başını kaldır ve söyle! Söylediğin yerine getirilecek,
iste, estediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır. Ben de derhal
başımı kaldırıp şefaat ederim. Bana yine ümmetimden belli sayıda bir topluluk
gösterilip onları cennete sevkeder, tekrar makamıma gelir, dördüncü defa
şefaatte bulunurum. Sonra da derim ki: "Ey Rabbim, geride artık sâdece Kur'ân'ın
hapsedip alakoydukları kalmıştır."
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bu hususta ayrıca buyurmuşlardır ki: "Lâ ilahe
illallah!" deyip de kalbinde arpa dânesi kadar bir iyilik bulunan kimse,
mutlaka cehennemden çıkarılır! Bundan sonra da, "lâ ilahe illallah!"
deyip de kalbinde buğday danesi kadar hayır bulunan kimse, cehennemden
çıkarılır. Bundan sonra da, "la ilahe illallah" demiş ve kalbinde
zerre kadar bir iyilik bulundurmuş bulunan kimseler cehennemden
çıkarılır." [235]
İmâm-ı Ahmed,
Enes'ten sahih senedle rivayet eder. İşte onun rivayet ettiği bu şefaat
hadisinin sonunda da şöyle denilmektedir:
"...Bu sırada Yüce Allah Cebrâîl'e
vahyeder ve der ki: "Muhammed'e git ve O'na de ki: "Başını secdeden
kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek."
Ben de bunun üzerine şefaatte bulunacağım, her doksan dokuz kişiden biri
hakkında şefaat edeceğim... Tekrar tekrar şefaatte bulunacağım... O kadar
ümmetim hakkında şefaatte bulunacağım ki, nihayet sonunda bana, Rabbim
tarafından şöyle denilecektir:
"Ey Muhammed, ümmetinden her kim,
günün birinde "lâ ilahe illallah!" demiş ve bu itikad üzere ölmüşse,
onları cennete götür."
Yine Ahmed ve Ebû
Ya'lâ İbni Abbas'tan rivayet ederler. Onların bu rivayetinde de,
yukarıda gördüğümüz uzun şefaat hadîsi anlatılmakla beraber, farklı olarak
bunun baş tarafında şöyle denilmektedir: "Her bir Peygamberin, mutlaka
kabul edilecek bir duası vardır. Benden önceki Peygamberler, bu dualarını dünyâda
iken yapıp geçmişlerdir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefaat etmek üzere
saklamış bulunuyorum." [236]
Buhârî'nin de tek başına
İbn-i Abbâs'tan şöyle bir rivayeti var:
"Kıyamet günü insanlar diz çöküp otururlar. Her ümmet, kendi peygamberine
tabî olur. Buna rağmen her bir nebiden şefaat umarak: "Bize şefaat et,
bize şefaat et!" diyerek yalvarırlar. Nihayet onların mürâcatları
Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) son
bulur. Peygamber Efendimiz de hepsine şâmil olmak üzere şefaat eder. İşte bu, ilgili
âyette belirtilen Makâm-ı Mahmûd'a Peygamber Efendimiz'in
gönderilmesidir."
Bezzâr ve Beyhekî
Huzeyfe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir:'Yüce Allah, insanları mahşer
yerinde toplar. Orada hiçbir kimse konuşamaz, ilk çağrılan da Peygamberimiz
olur. Peygamberimiz de derhal: "Buyur Rabbim! Emrin başım-gözüm üzerine!
Bütün iyilik senin elindedir, şer ise sana değildir. Hidâyete eren senin
hidayette kıldığındır, işte kulun, senin huzûrundadır! Ancak sana sığınmış,
sana dayanmıştır. Kulun biliyor ve inanıyor ki, senin azabından kurtulmak için,
sana sığınmaktan başka hiçbir çâre de yoktur! Ey Rabbim, ne büyük, ne yücesin!
Ben seni her nevî kusur ve eksikliklerden tehzîh ederim! Beyt'in sahibi de
ancak Sensin!"
Peygamberimiz, İşte bu şekilde (ve yüce
Allah'ın kendisine ilham ettiği veçhile) Allah'a hamd ü senalarda bulunur. Bu
sırada da şefaat etmesi için kendisine izin verilir. Bu da, ilgili âyetin haber
verdiği veçhile, Rabbinin O'na va'dettiği Makâm-ı Mahmûd'dur.
İbn-i Ebî Asım'ın Enes'ten rivayet
ettiği bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Ben, ümmetim hakkında tekrar
tekrar şefaat ederim. Rabbim de her defasında şefaatimi kabul buyurur. En
sonunda ben derim ki: "Ey Rabbim, beni "lâ îlâhe illallah!"
diyenler hakkında da şefaatçi kıl!" Rabbim bana der ki:
"Bu ne sana, ne de başkalarına ait
değil! İzzetim, celâlim ve rahmetim hakkı için, inanarak: "Lâ ilahe
illallah!" demiş hiç bir kulumu, cehennemde bırakmayacağım!" [237]
Ahmed, Taberani, Bezzar, Mûaz
bin Cebel ile Ebû Musa'dan şöyle rivayet ederler: "Rabbim beni, ümmetimin
yarısını cennete koymak ile, onlar hakkında şefaatte bulunmam arasında muhayyer
bıraktı. Ben de ümmetim için şefaatçi olmayı seçtim. Bildim ki, benim onlar
için şefaatçi olmam, onlar için daha geniş ve daha hayırlı olacaktır. Benim bu
şefaatim, ümmetimden hiç bir şeyi Allah'a şirk koşmaksızın ölmüş bulunanların
hepsini içine alacaktır."
(Taberânî'nin Ebû
Hüreyre'den, Ebû Ya'lâ'nın Avf bin Mâlik'ten, Ahmed ile İbn-i
Ebî Şeybe ve Taberânî'nin Ebû Musa el-Eşari'den
naklettikleri rivayetler de, aşağı yukarı bu mealdedir.)
Müslim İbn-i
Ömer'den şöyle rivayet eder:Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), İbrahim (aleyhisselâm)'ın
sözünü okudu: O diyordu ki: "Kim bana uyarsa bendendir. Kim bana karşı
gelirse, o da senin rahmetine kalmıştır. Şüphesiz sen, bağışlayan ve esirgeyensin!"
[238] Sonra Peygamberimiz Îsâ (aleyhisselâm)'ın
ümmeti hakkındaki kavlini okudu: O da diyordu ki: "Eğer onlara azab
edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima
üstünsün! Hikmet sahibisin!" [239] Sonra mübarek ellerini semâya kaldırıp:
"Ümmetim, ümmetim!" diyerek inledi ve ağlamaya başladı. Bu sırada
Cenâb-ı Hakk, Cebrâîl'i gönderip: "Muhammed'e git,
ümmeti hakkında kendisini razı edeceğimi kendisine bildir" buyurdu. Cebrâîl de gelip
bunu Peygamberimiz'e tebliğ etti."[240]
Bezzar ve Taberânî de
Ali'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Ben, ümmetim hakkında şefaat edeceğim, o
kadar şefaat edeceğim ki, Rabbim bana: "Yâ Muhammed, artık razı oldun
mu?" diye seslenecektir. Ben de diyeceğim ki: "Evet Rabbim, artık
razı oldum!" [241]
İbn-i Ebî Şeybe, ve Ebâ
Ya'lâ sahih bir senedle Enes'ten rivayet ederler: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben, Rabbim'e niyaz edip insanların
oyun yaşında iken vefat etmiş bulunan sabilerini bana bağışlamasını diledim.
Rabbim de bunları bana bağışladı."
Allâme İbn-i Abdül-Berr der ki: Bu
hadiste işaret edilenler, akıl ve buluğ çağına ermeden vefat eden çocuklardır.
Bunların gerçekten işleri, oyun ve eğlence gibi olur. Çünkü henüz onların
akılları ermemektedir.
Ahmed, İbn-i
Ebî Şeybe, Hâkim ve Beyhekî Übeyy bin Ka'b'dan şöyle rivayet
ederler: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Kıyamet günü, peygamberlerin imamı ve hatibi ben olacağım! Şefaat sahibi
de ben olacağım! Ben bunu, asla övünmek için söylemiyorum!" [242]
Darimi, Tirmizi ve Ebû
Nuaym İbni Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber
Efendimiz'in ashabı oturdular, O'nu bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında kendi
aralarında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Hayret edilecek bir iş! Allah,
yarattığı kulları arasında Halil (hâs dost) seçmiştir. İbrahim, Allah'ın
Halilidir!" dedi. Bazıları da: "Bu senin dediğin, Allah'ın Mûsâ ile
konuşmasından daha mı hayret edilecek bir şeydir?" dedi. Bir diğeri de:
"Allah, İsa’yı da Rûhullah olarak seçmiştir" dedi. Bir başkası da:
"Âdem de Safiyyullah'tır" diyerek konuştu, İşte bu sırada
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve
ashabına hitaben buyurdu ki: "Ben, sizlerin konuştuklarınızı duydum. Evet,
adını andığınız Peygamberler dediğiniz gibidirler. Haberiniz olsun ki, ben de
Allah'ın Habibi bulunuyorum -ve bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü,
Livâül-Hamd'i ben taşıyacağım. Âdem ve diğerleri onun altında olacaklar,
ilk şefaat edip şefaati kabul edilen de ben olacağım. Cennet kapısının kilidini
ilk açacak olan da benim. Allah onu bana açacak, ben de fakir mü’minler yanımda
oldukları halde cennete gireceğim. Allah indinde, evvelkilerin ve sonrakilerin
en şereflisi benim! Övünmek yok!"
Ebû Nuaym İbn-i
Abbâs'tan rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirir: "Ben, bütün ins ve cinne,
beyaza siyaha peygamber olarak gönderildim! Diğer Peygamberlere yasak olan
ganimetler, bana helal kılındı. Bütün yeryüzü bana mescid ve tâhur kılındı. Bir
aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salındı. Bakara Sûresinin
sonundaki âyetler bana, Arş'ın hazinelerinden verildi ve yalnız bana verildi.
Aynı zamanda bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre, incil yerine âyet sayıları yüz
civarında bulunan sûreler, Zebur yerine de Hâmîm Sûreleri verildi. Ayrıca
Mufassal Sûrelerle de seçkin kılındım."
"Dünyada ve âhirette Âdem oğullarının
efendisi benim, övünmek yok! Kabrinden ilk kalkan Peygamber ben olacağım, ilk
kalkan ümmet de benim ümmetim olacaktır. Övünmek yok! Livâü'l-Hamd benim elimde
bulunacak ve bütün Peygamberler de onun altında olacaktır, övünmek yok!
Cennetin anahtarları da benim elimde olacaktır! Şefaat de benimle
başlıyacaktır, övünmek yok! Cennete ilk giren ben olacağım, övünmek yok! Ben,
en önde olacağım, ümmetim de arkamda bulunacaktır."[243]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bazı özellikleri de şunlardır: O, sırattan ilk geçendir, cennetin
kapısını ilk çalacak olan ve ona ilk girecek olandır. Kendisinden sonra cennete
girecek olan ise, kızı Fatıma'dır. Fâtıma validemiz, her tarafını kuşatan
nurlar içinde cennete giderken, mahşer halkına gözlerini yummaları söylenecek,
o da böylece sırattan geçip cennete girecektir.
Buhârî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den naklederek, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu bildirirler: "Cehennem üzerine köprü kurulur, bu köprüden
(sırattan) ilk geçen ben olurum!"
Müslim Enes'ten rivayet
eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
hadislerinde: "Cennetin kapısını ilk olarak ben çalacağım" buyurdu.
Yine Müslim Enes'ten
rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
dediğini bildirmiştir: "Kıyamet günü ben, cennetin kapısına varıp açılmasını
isteyeceğim. Kapıdaki vazifeli melek: "Sen kimsin?" diyecek. Ben de:
"Muhammed'im" diyeceğim.
Melek de: "Ben de zaten Senden başkasına kapıyı açmamakla
emrolunmuştum" diyecektir." [244]
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın
Enes'ten olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Kıyamet günü, kabrinden ilk kalkan ben olacağım!
Bana Livâü'l-Hamd adlı sancak verilecek, övünmek yok! O günün efendisi ben olacağım!
Övünmek yok! Cennete ilk giren de ben olacağım, övünmek yok! Şükretmek
var."
Taberânî'nin
güzel bir senedle Ömer bin el-Hattab'dan rivayetine göre de Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben cennete girinceye kadar diğer
Peygamberlere, benim ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek
yasaktır!"
(Yine Taberânî, İbn-i
Abbâs'tan da bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)
Ebû Nuaym'ın Ebû
Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir
hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "ilk cennete girecek olan benim,
Övünmek yok! Cennette benim yanıma ilk gelecek olan da kızım Fatıma olacaktır.
Onun bu ümmetteki yeri, Meryem'in İsrâ'il oğulları ümmetindeki yeri
gibidir."[245]
Yüce Allah, Kerim kitabında şöyle buyurur: "Biz sana Kevser'i verdik." [247]
Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana bazı özellikler verilmiştir. Ben bunları övünerek söylemiyorum! Benim gelmişim ve geçmişim bağışlanmıştır. Ümmetim, en hayırlı ümmet kılınmıştır. Bana Cevâmiü'l-Kelim verilmiştir. Düşmanlarıma korku salınarak bana yardım edilmiştir. Yeryüzünün tamamı benim için mescid ve tahûr kılınmıştır ve bana Kevser verilmiştir. Onun kâseleri, yıldızlar kadardır," [248]
Müslim İbn-i Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Müezzin ezan okurken, siz de onun dediklerini aynen deyiniz! Ezan bittikten sonra bana salât ü selâm getiriniz. Sonra benim için Allah'tan vesileyi isteyiniz. Vesile, cennette bir mertebedir ve Allah'ın kullarından sadece birine layıktır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için vesileyi dua edip isteyene cennet helâl olur."
Darimi, "Sapık Cehmiye Mezhebini Red" diye isimlendirdiği kitabında, Ubâde bin Sâmit'ten rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce Allah, kiyamet günü beni, Naim cennetinin en yüksek makamına yükseltecektir. Benim yukarımda, Arşı taşıyan meleklerden başka kimse olmayacaktır."
Beyhekî de Ümmü Belemeden rivayetle şu hadisi bildirir: "Minberimin ayakları, yarın cennette makamımın merdiveni olacaktır."
(Hâkim de bunun bir benzerini Ebû Vâkıd el-Leysi'den rivayet etmiştir.)
İbn-i Sa'd da şu hadisi Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Onun bu nakline göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim şu minberim, yarın cennette yüksek bahçelerden bir bahçe olacaktır."
Buhârî ile Müslim de ittifak halinde Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirirler: "Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir!"
Evet, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden bazıları da şunlardır: O'nun ümmeti dünyada
sonra gelip ahirette öne geçmiştir. Önce O'nun ümmetinin hükmü verilecektir.
Ümmet-i Muhammed, Mevkıfta iken, yüksek bir yerde bekleyecektir. Oraya abdest
azaları nur gibi parlar bir vaziyette gelecektir. Ümmet-i Muhammed'in azabı
dünyada iken verilip âhirete tertemiz geleceklerdir. Kalan azabları olmuşsa,
onu da kabirde çekip âhirete öylece geleceklerdir. Onlar, kabirlerine günahla
girerler, kabirlerinden günahsız olarak çıkarlar. Günahlarının böylece
bağışlanmasına, mümin kardeşlerinin istiğfarı da çok hayırlı bir vesile
olmaktadır. Onların kitapları sağından verilir, onlar mahşer yerine gelirken ve
sırattan geçerken, sabi çocukları ve nurları önlerinde giderler.
Simalarında yaptıkları secdelerin eseri
görülür. Nurları, Peygamberlerin nurları gibi çift olur. Sevabları mizanda çok
ağır gelir. Onlar öyle bir ümmettir ki, hem kendi yaptıklarının, hem de
kendileri adına yapılanların sevabına nail olurlar. Diğer ümmetler ise böyle
değildir."
Bu ümmetin nurlarının önlerinde
gideceği ve çift olacağı ve abdest azalarının nur gibi parlayacağı hakkındaki
hadis, Peygamber Efendimiz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan
bölümde anlatılmıştır. Şimdi burada diğer hadisleri görelim:
İbn-i Mâce (daha
doğrusu Buhârî ve Müslim), Ebû Hüreyre ve Huzeyfe'den şöyle
rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Biz, dünya ehli olarak sonra
gelmişiz, fakat ahiret ehli olarak öne geçmişizdir! Bütün mahşer halkından
önce, benim ümmetimin işi görülüp hükmü verilecektir."
Hâkim sahihtir kaydiyle
Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O şöyle der: "Kıyamet günü olduğu zaman,
Yüce Allah kullarını ümmet ümmet ve Peygamber Peygamber sevkeder. Peygamberimiz
ve onun ümmeti de tam merkezde yerlerini alırlar. Derken cehennem üzerine sırat
kurulur. Biri nida eder ve: "Ahmed-i Muhammed ve O'nun
ümmeti nerededir?" der. Peygamberimiz ve O'nun peşi sıra ümmeti kalkar,
iyisi ve kötüsü hep O'nu takib ederler. Derken sırat üzerine gelirler, işte bu
sırada O'nun düşmanlarının gözleri Allah tarafından görmez olur. Sıratın
sağından ve solundan aşağıya, yani cehenneme düşerler. Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) ve O'nun ümmetinden iyiler kurtulurlar. Melekler de O'nunla
beraber giderler ve adım adım O'nu ve ümmetini cennetteki yerlerine götürürler.
Sonra nida eden: "Îsâ ve O'nun ümmeti nerededir?" diye onları
çağırır." [249]
İbn-i Cerir ve İbn-i Merdûye Câbir bin
Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben ve ümmetim kıyamet günü, yüksek bir
tepenin üzerinde bulunacağız. Diğer mahşer halkı bizden aşağıda bulunacaklar ve
bizden olmayı çok arzu edecekler. Kavmi tarafından yalanlanmış bulunan her bir
Peygambere de biz mahşerde şahidlik yapacağız. "Evet, Rabbimiz, o senin
risaletini kavmine tebliğ etti" diyeceğiz."
Ahmed Ka'b bin
Malik'ten nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "İnsanlar mahşer yerine toplandıkları zaman,
ben ve ümmetim yüksek bir yerde bulunuruz. Sonra Rabbimin emriyle ben, yeşil
bir hülle giyerim. Sonra bana izin verilir. Ben de Allah’ın bana ilham ettiği
ve hakkımda dilediği şekilde O'na hamd ü senada bulunurum ve şefaat ederim,
İşte bu, bana verilen Makâm-ı Mahmûd'tur."
Buhârî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştin: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurdular: "Kıyamet günü benim
ümmetim, bütün abdest azaları nur gibi parlar bir vaziyette davet
olunacaktır."
Ayrıca Müslim
Kuzeyfe'den rivayetle şu hadisi bildirir: "Benim havzını, Aden ile Eyle
arasından daha uzundur. Ümmetimden olmayanları orada rahatlıkla ayırırım."
Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resulü, sen bizi orada nasıl tanıyacaksın?"
Resûlüllah cavap verdi: "Havzmın başında durup develerini sulayan bir
adam, yabancı develeri nasıl tanıyıp ayırırsa, öylece tanır ve ayırırım. Hem
orada sizlerin abdest azaları nur gibi parlayacağı için, bu gayet kolay
olacaktır."
Ahmed ve Bezzâr
Ebûd-Derdâ'dan rivayet ederler. O şöyle der: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kıyamet günü, şefaatte bulunması için secde
etmesine ilk izin verilecek olan, şefaati kabul edilip başını secdeden ilk
kaldıracak olan şüphesiz benim! Baktığımda, ümmetimi de diğer ümmetler arasında
tanırım. Kimi ön tarafımda, kimi arkamda, kimi sağımda, kimileri de solumda yer
almış olarak onları görürüm." Bu sırada biri: "Ümmetini nasıl
tanırsın, ey Allah'ın Resulü?" diye sordu. Resûlüllah da şu cevabı verdi:
"Onların abdest azaları nur gibi parlak olacaktır! Bu alamet diğer ümmetlerde
bulunmayacaktır. Aynı zamanda kitapları (amel defterleri) de sağ ellerinde
olacak, sabi iken ölmüş çocukları ve nurları da önlerinde bulunacaktır."
(Yine Ahmed, sahih
bir senedle Ebû Zerr'den de bu mealde bir hadis rivayet eder. Onun bu rivayetinin
sonunda ise, sâdece, "nurları da önlerinde bulunacaktır"
buyurulmuştur.)
Taberânî'nin
el-Evsat'ında Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir! Hepsine
merhamet olunmuştur. Bunun için, ümmetim kabrine günahıyla girer, fakat
günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkar! Mü’min kardeşlerinin
kendileri hakkındaki istiğfarları sebebiyle, bu günahlarından temizlenmiş
olurlar." [250]
Ahmed'in Âişe
tarikiyle rivayet ettiği hadisde ise şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet günü
hesaba çekilen müslüman, bağışlanmış olur. Zira müslümanlardan her biri,
amelinin karşılığını (cezasını) kabrinde görmüş olur."
Hâkimi Tirmizi de bu
konuda şu açıklamayı yapar: "Mü’min'in kabrinde hesaba çekilmesi, yarın
ahiretteki mevkıfta fazla sıkıntı çekmemesi içindir. Kabrinde azâb görmesi de,
günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkması içindir."
Taberânî,
sahihtir kaydıyla Hakim, Abdullah bin Yezid'den şu rivayeti naklederler: O şöyle
demiştir: Ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Bu ümmetin azabı, dünyadadır" buyurduğunu işittim."
İbn-i Mâce ve Beyhekî Enes'ten
rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Şu ümmet, merhamet olunmuş bir ümmettir.
Onun azabı, kendi dindendir. Kıyamet günü olunca, müslümanlardan her bir adamın
yerine müşriklerden biri cehenneme gönderilir ve o müslümana: "İşte senin
yerine cehenneme giren adam budur!" denilir."
El-Esbehani'nin Leys'ten rivayeti de
şöyledir: "Îsâ bin Meryem, bir konuşması sırasında demiştir ki:
"Ümmet-i Muhammed, Mizanda sevabı en ağır gelecek olan ümmettir! Zira
onların dilleri, müslümanlığın en büyük alâmeti ve esası bulunan lâ ilahe
illallah kelime-i tevhidini çokça söylemeye, çok müsait bulunmuştur. Bu sayede,
kendinden önceki ümmetlerden daha fazla sevap kazanmışlardır."
İbn-i Ebî Hatim,
İkrime'den nakleder. O şöyle der: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "insan
için ancak çalışıp kazandığı vardır!" [251] anlamına gelen âyeti;
İbrâhim'in suhufunda ve Musa'nın suhufunda böyle olduğunu bildirir. Bu ümmette
ise, kişi hem çalışıp kendisinin kazandığının mükafatını, hem de kendisi için
başkaları tarafıdan yapılanların mükafatını görecektir." [252]
Birinci ve üçüncü hususlarla ilgili
hadisler, az önce geçmiş bulunmaktadır, ikinci hususla ilgili hadis ise, İsrâ
ve Mirâc bölümünde İbn-i Mes'ud hadisi olarak geçmiştir.[253]
Şeyh îzzüddîn bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimîz'in kendisine verilmiş bulunan büyük özelliklerden biri de, O'nun ümmetinden yetmiş bin kişilik bir cemâatin, hiç hesaba çekilmeksizin doğruca cennete girecek olmasıdır. Bu, başka Peygamberlerden herhangi birisi için sabit değildir."
Buharî ve Müslim, İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün bizim yanımıza geldi ve bize şunu haber verdi: "Bana, ümmetler arz olundu. Bir Peygamber arz edildi (gösterildi) yanında ümmeti olarak bir kişi vardı. Diğer bir Peygamberin de ümmeti iki kişiydi. Öyle Peygamber gördüm ki, hiç ümmeti yoktu... (Zira peygamberliğini tebliğ ettiği kavimden hiç kimse ona inanmamıştı...) Yine bir Peygamber gösterildi, yanında on kadar ümmeti vardı.... Derken, ümmeti çok kalabalık olan bir Peygamber, yanımdan geçirildi. Baktım, çok sayıda bir ümmet ve ben onların, benim ümmetim olmasını arzu ettim... Bana denildi ki: "Bu, Musa ve onun ümmetidir." Sonra bana, "bak" diye emredildi. Baktım, o kadar kalabalık bir ümmet gördüm ki, bütün ufku kaplamıştı... Bana yine: "Şu tarafa, bu tarafa da bak" diye emredildi. Baktığımda, gerçekten her tarafı kaplamış bir kalabalık gördüm. Sonra bana yine denildi ki: "Bu gördüğün büyük topluluk, senin ümmetindir! Onlara ilâveten yetmiş bin kişilik bir topluluk daha vardır. Hiç hesaba çekilmeden cennete gireceklerdir." [254]
Tirmizî'nin hasendir kaydiyle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği hadîs ise, şu anlamdadır: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati hiç hesaba çekmeksizin cennete göndereceğini va'd buyurdu. Onlara, bir azâb dahî yoktur. Onlardan her birinin arkasında da, yetmiş bin kişilik bir topluluk daha bulunacak ve bunlar da, hesâbsız ve azâbsız cennete gideceklerdir. Ayrıca Rabbim, üç büyük cemâati daha, kendisi cennete gönderecektir."
Taberânî ve Beyhekî Ömer bin Hazm'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati, hesâbsız ve azâbsız cennete koyacağını va'd buyurdu. Ben bunun artırılmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kabul etti ve yetmiş binden her birinin arkasında bir yetmiş bin daha olmak üzere cennete gördermeyi kabul etti. Ben bunun üzerine: "Rabbim, benim ümmetimin sayısı bu kadar olacak mı?" dedim. Rabbim de: "Ben, senin için onları bu sayaya ikmal edeceğim" buyurdu.[255]
Şeyh İzzüddin bin Abdüsselâm der ki:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, yüce Allah'ın O'nun ümmetini adaletli hâkimler makamında kılması ve
ümmetinin hesâb gününde, insanlar üzerinde şahitlik yaparak onlara gönderilen
Peygamberlerin, teblîğ vazifelerini tastamam yaptıklarına dâir hüküm
vermeleridir. Halbuki böyle bir özellik, diğer Peygamberler de bile
bulunmamaktadır."
Bilindiği gibi, Yüce Allah bir âyetinde
şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta (adaletli) bir ümmet yaptık ki,
insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun..." [256]
Buhârî, Tirmizi ve Nesâî
Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Nûh (aleyhisselâm) kıyamet
günü çağrılır ve: "Tebliğ ettin mi?" denilir, O da: "Evet"
der. Ümmeti çağırılıp: "Nûh size tebliğ etti mi?" diye sorulur. Onlar
da: "Bize kimse gelmedi, kimse birşey tebliğ etmedi!" derler. Bunun
üzerine Nuh'a denilir ki: "Sana şahitlik yapacak var mı?" O da:
"Bana, Muhammed ve O'nun ümmeti şahitlik yapacaktır!" der. İşte bu,
yukarıda mealini gördüğümüz âyetin, haber verdiği şeydir. Siz de bunun üzerine
çağırılır ve Nûh (aleyhisselâm)'ın, Allah'ın risâletini kavmine tebliğ
ettiğine dâir şahitlik edersiniz..."
Ahmed, Nesâî ve Beyhekî'nin Ebû
Saîd el-Hudrî'den rivayetleri ise şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kıyamet günü bir peygamber getirilir,
yanında bir kişi bulunur. Peygamber gelir; yanında iki kişi bulunur. Bâzılarının
ise daha çok... O Peygamberlere: "Tebliğ ettin mi?" diye sorulur.
Onlar da cevaplarında: "Evet" derler. Kavimleri çağrılıp sorulur:
"Bu size tebliğ etti mi?" diye. Onlar: "Hayır tebliğ
etmedi" derler. Peygamberlere: "Peki size şahitlik yapacak kimdir?"
denilir. Onlar da: "Ümmet-i Muhammed" derler. Bunun üzerine Ümmet-i
Muhammed çağırılır, onların tebliğ ettiklerine şahitlik ederler. Sonra onlara
hitaben: "Siz, bu Peygamberin tebliğ ettiğini nereden biliyorsunuz?"
diye sorulur. Onlar da derler ki: "Bizim Peygamberimiz bize bir kitab
getirdi. Bu kitab da sizlere, çeşitli âyetleriyle bu peygamberlerin tebliğ
ettiklerini haber verdi. Biz de hiç tereddüt etmeden bu kitâb'ın (Kur'ân'ın) bu
haberini dahî aynen inanıp tasdik ettik." Onların bu cevâbı üzerine de
kendilerine denilir ki: "Evet, sizler gerçekten doğru söylüyorsunuz!"
İşte bu: "Böylece biz sizi bir orta ümmet kıldık" mealindeki âyet-i
celîlenin haber verdiği hakikattir. Bu âyetin söylediği Ümmet-i Vasat'ın mânâsı
da, adaletli, faziletli ümmet demektir."
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de,
ümmeti için cehennem ateşinin, ancak hamam harareti kadar olacağını bildirmiş
olmasıdır. Taberânî, el-Evsat'ında Ebû Bekir'den rivayette Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Cehennemin ümmetim
üzerine olan harareti, ancak hamam harareti kadar olacaktır."
------------------------
[159] Al-i İmran suresi, 39
[164] Hacc suresi, 78
[165] Bakara suresi, 143
[167] Kasas suresi, 46
[173] Bakara suresi, 183
[181] Bakara suresi, 238
[183] Al-i İmran suresi, 110
[184] Kamer suresi, 22
[185] Hacc suresi, 78
[190] Hacc suresi, 78
[191] Bakara suresi, 185
[192] Bakara suresi, 286
[193] A'raf suresi, 157
[194] Bakara suresi, 186
[195] Bakara suresi, 285
[196] Bakara suresi, 286. ayetinden
[199] Al-i İmran suresi, 135
[200] Nisa suresi, 110
[201] Bakara suresi, 222
[202] Bakara suresi, 223
[205] Bakara suresi,
[217] Fatır suresi, 32
[232] İsrâ' suresi, 79
[238] İbrahim suresi, 36
[239] Maide suresi, 118
[240] Bunu, İbn-i
Ebî Hatim de rivayet etmiştir
[247] Kevser suresi, 1
[251] Necm suresi, 39
[256] Bakara suresi, 143