EL-HASÂİSÜ'L-KÜBRÂ |
| |
28 PEYGAMBERİMİZİN, ÜMMETİNE DEĞİL DE KENDİSİNE HAS ÖZELLİKLERİNİN ANLATILACAĞI BİR BÖLÜM (a) |
Bu nevi özellikleri âlimlerimizden
bâzıları, müstakil eserler yazarak bildirmişlerdir. Bilhassa bu konuya
dokunanlar, Şafiî mezhebi âlimleri olmuş ve onlar da bunları özellikle fıkıh
kitaplarının "Nikah" bölümünde belirtmişlerdir. Fakat kendi konusuna
giren meselelerin hepsini yazmamışlardır. Ben ise bunu, burada herhangi bir
eksik bırakmaksızın belirtmeye çalışacağım, İnşallah...
Bu nevî özelliklerden bâzılarının
Peygamberimiz üzerine vâcib olmasının hikmeti: Peygamberimizin Allah'a olan
yakınlığının daha da artması ve derecesinin daha fazla yükselmesidir. Nitekim
sahih olarak rivayet edilen hadîslerin birinde aynen şöyle buyurulmuştur:
"Bana yakınlık kazanan kullarımdan
hiç biri, Benim onlara farz kıldığım ibâdetlerle kazandıkları yakınlık gibi,
hiçbir şeyle yakınlık kazanmış olamazlar..." [1]
Yine, hadîs olarak söylenen bir söz
vardır ki, şu anlamdadır: "Farz'ın sevabı, yetmiş mendubun sevabına denk
gelir." İşte bu rivayetlere dayanarak, bâzı özelliklerin Peygamberimiz'e
vacip kılınmış olmasının hikmetini, o şekilde anlamak ve ifâde etmek mümkün
görülmektedir. Burada bunu böylece belirttikten sonra, şimdi bu bölümdeki
özelliklerden önce Peygamberimiz'e vâcib olan özellikleri görelim:[2]
Yüce Allah, Kitâb-ı Kerim'indeki bir
âyette şöyle buyurmaktadır: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile
namaz kılmak üzere uyan, belki böylece Rabb'in seni, övülmüş bir makama
ulaştırır!" [3]
İşte bu âyetle ilgili olarak Taberânî Ebû
Ümâme'nin de şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu
Yine Taberânî ve Beyhekî, Âişe'den
şöyle rivayet ederler; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Üç şey vardır ki, bunlar benim için farz, sizin üzerinize ise sünnettir:
Vitir namazı, misvak kullanmak ve
Ebû Dâvud, İbn-i
Huzeyme, İbn-i Hibbân, Hâkim ve Beyhekî'nin Abdullah bin Hamala el-Gasîl'den
olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
önceleri her namaz için yeni bir abdest alırdı. Emir böyleydi. Abdesti olsun
olmasın, her namaz için mutlaka abdest almakla mükellefti. Bu kendisine zor
gelmişti. Bunun yerine, misvakla emrolundu. O da, abdesti varsa, abdest almaz,
fakat mutlaka dişlerini misvaklardı. Ancak abdesti bozulduğu zaman abdest
alırdı."[5]
Peygamberimizin üzerine vâcib kılınan özelliklerden biri de, O'nun ashabı ile istişarelerde bulunmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...ve yapacağın işler hakkında da onlarla istişarelerde bulun..." [6]
İbn-i Adiyy ve Beyhekî'nin konuyla ilgili İbn-i Abbâs'tan naklettikleri hadîs şöyledir; Bu âyet-i celîle nazil olduğu zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
"Aslında Allah ve resulü, istişarede bulunmaktan ganîdirler! Fakat yüce Allah bunu, bize emretmekle; ümmetim için bir rahmetin tecellîsine vesîle kılmıştır."[7]
Hâkim Tirmizî'de Âişe'den şöyle nakletmiştir: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bana, farzların aynen edâ edilip yerine getirilmesini emrettiği gibi, insanlarla istişarede bulunup onları güzelce idare etmemi de emretmiştir." [8]
İbn-i Ebî Hatim de bu konuda Ebû Hüreyre'den şu rivayette bulunur: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile istişare ettiği kadar, bir başkasının istişareye önem verdiğini hiç görmedim!" [9]
Hâkim Ali'den rivayetle Peygamberimiz'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer ben, istişare etmeksizin yerime geçecek olan halîfeyi tâyin edecek olsaydım, hiç şüphesiz Ümmü Abd'in oğlunu (Abdullah İbn-i Mes'ûd'u) tâyin ederdim!" [10]
Ahmed, Abdurrahmân bin Ganem'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir ve Ömer'e hitaben şöyle buyurdu: "Eğer siz ikiniz bir iş üzerine ittifak ederseniz, ben size muhalefet etmem!" [11]
Hâkim, Hubâb bin Münzir'den şöyle nakleder; "Ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iki hususu işaret ettim (tavsiyede bulundum.) O da bu her iki hususu kabul buyurdu. Birincisi: Bedir'e kendisiyle beraber ben de çıkmıştım. Askerini suyun beri tarafına yerleştirdiği zaman, ben kendisine yaklaşıp: "Ey Allah'ın Resulü, siz askeri buraya Allah'tan aldığınız bir vahye dayanarak mı, yoksa kendi düşünce ve tedbîriniz olarak mı yerleştirdiniz?" dedim... O da bana: "Kendi düşüncem olarak yâ Hubâb!" diyerek cevap verdi. Ben de bunun üzerine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, doğru olanı; askerini suyun öbür tarafına yerleştirip suyu arkamıza almamızdır. Bu suretle suyun bulunduğu yeri, kendi kontrolümüzde tutmuş oluruz." Peygamberimiz, benim bu tavsiyemi derhal kabul buyurdu.
İkincisi: Cebrâîl gelip O'na sormuş: "Ey Allah'ın Resulü, siz, dünyâda ashabınızla birlikte olmayı ve kalmayı mı tercîh edersiniz, yoksa Rabbiniz'e dönüp O'nun size va'd buyuduğu Naîm cennetinde bulunmayı mı?" O, bu hususu ashabı ile istişarede bulundu. Ashâb da: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz bizler seninle beraber olmayı severiz. Bize ilâhî vahiy olarak verdiğiniz haberleri vermeye devam eder, düşmanlarımızın eksik taraflarından bizleri haberdâr kılar, aynı zamanda Allah'ın bize yardımcı olması için hakkımızda duacı olursunuz" dediler. Bu sırada Resûlüllah bana hitaben: "Sen ne diye konuşmuyorsun, yâ Hubâb?" buyurdu. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen, Rabbinin senin için seçtiği hangisi ise, onu seç." Resûlüllah, benim bu tavsiyemi de kabul buyurdu."
İbn-i Sa'd da Yahya bin Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Bedir Günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlarla istişarede buludu. Bu sırada Hubâb bin Münzir ayağa kalkıp dedi ki: "Biz, savaş bakımından tecrübeli kimseleriz. Buradaki irili ufaklı kuyuları kapatıp kaybetmeliyiz. Büyük kuyuyu bırakıp başında nöbet tutmalı ve bu kuyunun ileri tarafında da düşmanı karşılamalıyız... En uygunu, böyle yapmaktır." (Peygamberimiz de onun bu tavsiyesini kabul etmiştir.)
Sonra Peygamberimiz, ashabı ile Kurayza Gününde de istişarede bulundu. Yine Hubab bin Münzir ayağa kalkıp: "Evlerin ön tarafında mevzilenmeli ve oradakilerden düşmana gidecek olan haberi de kesmiş olmalıyız." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun bu fikrini de kabul buyurmuştur.
Hâkim, Abdü'l-Hamid bin Ebû Abs tarikiyle onun büyük dedesinden bir haber nakleder. Buna göre Resûlüllah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kâ'b bin Eşrefin, kim benim için hakkından gelecek? Çünkü o Allah ve Resulüne çok ezâ verdi!" Muhammed bin Mesleme, bunun üzerine sordu: "Ey Allah'ın Resulü, onu öldürmemi ister misin?" Peygamberimiz de: "Madem bu hususta Sa'd bin Muâz'a git de onunla istişarede bulun!" buyurdu. O da gidip onunla istişare etti... Sa'd bin Muâz da, durumu değerlendirip: "Haydi, Allah'ın lütfedeceği bereket ve başarı üzerine, yürü ve vazifeni yerine getir!" dedi. (O da, Silkân bin Selâme, Abbâd bin Bişr ve Haris bin Evs gibi arkadaşlarını alarak gitti ve Allah'ın düşmanının hakkından geldiler.) [12]
İmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamberimiz'in hangi hususlarda ashabı ile istişare etmekle me’mûr bulunduğunda, âlimlerimizin ihtilâfı olmuştur. Bâzıları: "Bu, sâdece harb ve düşmanlarıyla ilgili hususlarda idi" demiştir. Bâzıları ise: "Gerek harb ve dünyâ işlerinde, gerekse dîn işlerinde olsun, ashabı ile istişarede bulunmuştur" demiştir. Bâzıları ise: "Dîn işlerinde olan istişaresi; onları ilahî ahkâmın sebeb ve hikmetleri üzerinde uyarıp yetiştirmek, ictihâd yollarını onlara öğretip onları müctehid mertebesine ulaştırmak için idi" demişlerdir."[13]
Peygamberimiz üzerine vâcib olan
özelliklerinden biri de, düşman karşısında sabredip dayanmasıdır. Keza dîne
aykırı bir şey gördüğü zaman, derhal onu nehyedip değiştirmesi de O'nun üzerine
vâcib olan özelliklerdendir. Düşmandan bir zarar geleceği veya münker bir fiili
değiştirirken bir zarara uğrayacağı korkusu olsa bile, bu kendisinden sakıt olmaz.
Halbuki O'nun ümmetinden herhangi bir kimsenin; zarar görmemek ve bir korku
bulunmamak şartıyla münkeri değiştirme vazifesi vardır. Bir zarar ve tehlike
olunca ise, diğerlerinden bu vecibe sakıt olmaktadır. Peygamberimizin özelliği
ise bu şartlarda bile bu vecibelerin kendisinden sakıt olmamasıdır.
Çünkü Yüce Allah, dâima O'nu koruyacağını
va'd buyurmuştur. Nitekim bir âyeti celîlesinde şöyle buyurmuştur:
"...Allah seni insanlardan (onların şer ve zararlarından) korur!..."
[14]İşte bu âyet gereği, düşmanlar veya dîne karşı kötülük irtikâb edenler, az
olsunlar, çok olsunlar, O'na bir zarar ve şer ulaştıramazlar. Diğerleri ise,
şüphesiz böyle değildirler. [15]
Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden
biri de borçlu olarak ölmüş ve karşılığı mal bırakmamış bir müslümanın borcunu
ödemesidir. Nitekim İbn-i Mâce'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet
ettiği bir hadîslerinde ayner şöyle buyurmuşlardır:
"Bir müslüman öldüğü zaman, bir
miktar mal bırakmış olursa, bu bıraktığı mal, onun ehlinindir.
(Vârislerinindir.) Eğer borç bırakır, bunun karşılığı olarak da mal bırakmamış
olursa, onun bu borcunu ödemek bana aittir! Bıraktığı çoluk çocuğuna bakmak da
bana aittir." [16]
Buhârî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Müslümanlardan biri vefat ettiği zaman,
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) getirildi.
Peygamberimiz de onun namazını kıldırmazdan önce: "Borcunu ödeyecek
miktarda mâl bırakmış mıdır?" diye sorardı. Eğer, kendisine
"Evet" cevabı verilirse, getirilen o cenazenin namazını kıldırırdı.
Eğer "Borç bırakmıştır amma, mal bırakmamıştır!" cevâbı verilecek
olursa, o cenazenin namazını kılmaz ve müslümanlara hitaben: "Arkadaşınızın
namazını siz kılınız!" buyururdu Fakat İslâmî fetihler başlayıp
Beytü'l-Mâl meydana geldikten sonra, Peygamber Efendimiz'in cenazelerle ilgili
sözü de değişti. Bu sefer şöyle buyurmaya başladı:
"Ben, müslümanlara kendi öz
canlarından daha yakın bulunmaktayım! Mü’minlerden her kim vefat eder ve geride
borç bırakacak olursa, onun borcunu ödemek benim üzerime vâcibdir! Eğer mal
bırakacak olursa, şüphesiz bu mâl, onun vârislerine aittir!"[17]
Ahmed ve Müslim, Câbir'in şöyle dediğini bildirirler: Ebû Bekir ve Ömer Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gittiler. Peygamberimizin etrafında ise hanımları vardı. Kendisi ise hiç konuşmuyordu. Ömer dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın yanına sokulup O'nunla konuşacağım... Belki kendisini güldürebilirim..." Sokuldu ve konuştu... Şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, Zeyd'in kızı olan hanımım bana, dünyalık talebinde bulundu. Ben de kensinin sırtına bir yumruk attım..." Peygamber Efendimiz bunu duyunca güldü ve: "İşte etrafımdaki benim hanımlarım da, benden nafaka istemek için toplanmış bulunuyorlar!" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir ve Ömer, Peygamberimiz'in hanımları arasında bulunan kızlarını dövmek istediler ve onların üzerlerine yürüyerek: "Siz, ne cesaretle, Peygamberimiz'in yanında olmayan bir şeyi O'ndan istiyorsunuz?" diyerek bağırdılar. İşte bu olay üzerine Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'e, hanımlarını, Allah ve Resulü ile dünyâ malı arasında bir seçim yapmaya çağırmasını emretti ve ilgili âyetini inzal buyurdu. Bu âyet şu mealde idi: "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle: "Eğer siz, dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt'a (boşama bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım!" [18]
Peygamberimiz de, Allah'ın emri gereği eşlerini iki seçim arasında muhayyer (serbest) bıraktı... Önce ise Âişe'den başladı. Ona dedi ki: "Sana Allah'ın emrini tebliğ ediyorum... Fakat seçimini yaparken acele etme... Ana ve babana danışırsan, senin için daha iyi olacağı kanâatindeyim..." Peygamberimiz ona böyle söyledi ve Allah'ın inzal buyurduğu ilgili âyeti okudu. Âişe validemiz ise, hiç tereddüt etmeksizin: "Ben, Senin hakkında mı anam babamla istişare edeceğim? Ben, hiç kimseyle istişare etmeksizin Allah'ı ve Resûlü'nü seçiyorum! Kararım budur ve kesindir!" cevâbını verdi."
İbn-i Sa'd Ebâ Cafer'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygamberimiz'in hanımları kendi aralarında konuşurken, Peygamberin vefatından sonra, nikâhta kadına bir hak olarak terettüp eden mehr bakımından, en pahalı kadınlar biz oluruz..." şeklinde konuştular. Bu Yüce Allah'ın gayretine dokundu ve Peygamberine, onları yirmi dokuz gün yalnız bıraktıktan sonra muhayyer kılması için emretti... Peygamberimiz de kendilerini çağırıp durumu anlattı ve onları muhayyer bıraktı..."
Yine İbn-i Sa'd, Amr bin Şuayb kanalıyla onun dedesinden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz kadınlarını toplayıp iki seçim arasında muhayyer kıldığı zaman, önce Âişe'yi çağırıp durumu anlattı... Âişe ve diğerleri, hep Allah'ı ve Resulü'nü seçtiler. Ancak el-Amiriye, dünyâyı ve kendi kavmini seçti ve kavmine döndü... Fakat sonra buna çok pişman olup: "Ben bir şakıyyeyim; bedbahtım... Allah ve Resûlü'nü bırakıp dünyayı seçtim" derdi. Deve dışkısı toplar onları satardı. Bâzan Peygamberimiz'in eşlerine gelir onlardan birşey ister ve: "Ben bir şakıyyeyim!" diye konuşurdu..." -
(Yine İbn-i Sa'd'ın, İbn-i Mennâh'tan rivayetine göre, Allah ve Resûlü'nü değil de dünyâsını seçen bu hanım, sonraları aklını yitirmiş, ve ölünceye kadar dâ bu durumdan kurtulamamıştır.)
İbn-i Sa'd, bu sefer de Ikrime'den şöyle bir haber naklediyor: Resûlüllah Efendimiz, eşlerini muhayyer bıraktığı zaman, Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Habîbim! Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, bu kadınlarını başka eşlerle değiştirmek helal değildir." [19]İşte bu âyetiyle Yüce Allah; o sırada Peygamberimiz'in nikâhında bulunan dokuz kadın ki, bunlar hep Allah ve Resûlü'nü seçmişlerdir, bunlardan başka kadınlarla evlenmesini Efendimiz'in üzerine haram kılmış oldu." [20]
İbn-i Sa'd'ın Âişe'den de bir rivayeti var.- O şöyle demiştir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce, başka kadınlar alabilmesi için Yüce Allah tarafından serbest bırakılmıştı. Bir başkasının nikahında olmayan herhangi bir kadınla evlenebilecekti. Fakat evlenmedi. Bu izni kendisine veren şu mealdeki âyet idi: "Onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına eş olarak alabilirsin." [21]
(İbn-i Sa'd'ın; Ümmü Seleme, İbn-i Abbâs, Ata bin Yesâr ve Muhammed bin Ömer bin Ali bin Ebû Tâlib'ten de bu anlamda bir rivayeti vardır.)
Peygamberimiz’in bu şekilde eşlerini muhayyer kılmasının hikmeti üzerinde, âlimlerimiz muhtelif görüşler bildirmişlerdir. İmam-ı Gazali demiştir ki: "Kişinin eşi hakkındaki gayreti, onu başkasından kıskanır olması; onun kalbinde sıkıntı ve kin duygularının meydana gelmesine sebep olur. Peygamberimizin kalbinde böyle bir şeye mahal bırakmamak üzere Yüce Allah; O'na hanımlarını muhayyer kılmasını emretmiş, onlar da onu seçmişler. Dünyada ve ahirette O'nun eşleri olmuşlardır."
İmam-ı Râfîi ise şöyle demektedir:'Yüce Allah, Peygamberimizi fakirlikle zenginlik arasında muhayyer bırakmış, O da fakirliği seçmiş, fakirliğin getireceği çeşitli sıkıntılara katlanmayı tercih etmişti. Bu sefer eşlerini muhayyer kılması emredilmiş, o da eşlerini muhayyer kılmış, eşleri de severek fakirliğe (nafaka istememeğe) razı olmuşlardır. Böylece, O'nun eşleri de, kendi serbest iradeleriyle, vaktiyle o'nun kendi nefsi için seçip razı olduğu şeye razı olmuşlardır."
Bazıları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in onları muhayyer kılmasının hikmeti: Onların kendisi için en hayırlı eşler olması içindir," Nitekim El-Ravza adlı kitapta ve diğerlerinde bildirildiği gibi, onlar bu en güzel seçimi yaparak, hem o'nun en hayırlı eşleri olmuşlar, hem de cennetlik olmuşlardır. Nitekim: "Biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır!" [22] mealindeki âyette de buna işaret ve delâlet bulunmaktadır!" Sonra Yüce Allah; Peygamber Efendimiz'e eşlerinin üzerine eş almasını haram kılmak ve onları boşayıp yerlerine başka kadınlar nikahlamasını yasaklamak suretiyle imtihana tabi tuttuğu Peygamber eşlerini böylece şereflendirmiş oldu. Daha sonra ise, Resûlüllah'ın eşleri üzerinde tam bir iyilik ve minneti olması bakımından nazil olan bir âyetle, bu yasak kaldırılmıştır. Peygamberimiz de yasak olmamasına rağmen, eşlerinin üzerine bir başkasını almadığı gibi, onlardan herhangi birinin yerini de değiştirmemiştir. Yukarıda sözü edilen yasağı kaldıran âyet şu mealdedir: "Ey Peygamber, Biz sana, mehrlerini verdiğin eşlerini helâl kılmışızdır." [23] Böylece hanımları üzerindeki minnet de, Peygamberimiz'e ait olmuştur."[24]
Ahmed, Tirmizi, İbn-i Hibban ve Hâkim Âişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmezden önce, başka kadın alması kendisine helâl kılınmıştı."
Bu rivayetin isnadı sahihtir.
Peygamber Efendimiz'e nikahlanması helâl kılman kadınların, hangi kadınlar olduğu üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bir başkasının nikahında olmayan bütün kadınlar mı, yoksa sadece hicret etmiş olan kadınlar mı, diye üzerinde ittifaka varılamamış ve böylece iki görüş belirmiştir. Her iki görüşü de İmâm el-Mâverdi nakletmiştir. İkinci görüşe göre, demek oluyor ki; hicret etmemiş bir kadınla evlenmenin haram oluşu da, Peygamberimiz'e has bir şey olmakta ve bu görüşü Tirmizi'nin Ümmü Hâni'den olan rivayeti teyid etmektedir. Bu riyayet şöyledir: "Ben, hicret eden kadınlar arasında bulunmadığım için, Resûlüllah'a helal kılınmış bulunanlardan değildim," Fakat buna rağmen, birinci görüş tercih edilmiş ve: "Nikah meselesinde ümmetten birine helal olanın, Peygamber'e helal olmayarak bu hususta o'nun ümmetinden eksik kalması, doğru değildir. Hem o, bundan sonra Safiye ile evlenmiştir. Safîye ise, hicret eden kadınlardan değildi" denilmiştir.
Evet, böyle denilerek bu kavil tercih edilmiştir amma, buna da şu cevab ve itiraz verilmiştir: "Peygamberimiz, nikah mevzuunda ümmetinden daha eksik olamaz" denilmesi, çok sağlam bir söz değildir. Zira ümmetine ehl-i kitaptan olan bir kadınla evlenmesi caiz iken, Peygamber hakkında bu caiz değildir. Peygamberimiz'in Safîye'yi nikahlamış olmasına gelince: Bu, âyetin inişinden önce idi. Binâenaleyh, ileri sürülen iddia hakkında delil olmaz. Tarihen bilinen bir husustur ki, Peygamberimiz Safîye'yi yedinci hicret yılında Hayber'de nikahlamıştır, ilgili âyet ise, dokuzuncu senede nazil olmuştur."
Şafii mezhebi âlimleri: "Peygamberimiz için, hanımlarından bazısını boşamak ve yerine başka bir kadınla evlenmek mübâh kılınmış idi. Bunu haram kılan âyet, bir başka âyetle neshedilmiştir" derler. Hanefi mezhebi imamı Ebû Hanife ise, Şâfiilerin bu görüşünü kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Bunun, Peygamber Efendimiz için haram oluş hükmü devam etti ve neshedilmedi." [25]
Yukarıda arzedilen iki görüşten bize göre en sağlamı ve İmam-ı Şafii'nin kelâmı ve Mâverdi'nin kesin olarak hükmettiği şudur: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine, o'nu tercih etmiş bulunan eşlerini boşamak haram idi. Nitekim o'nu seçmeyen bir eşini de tutması haram idi. (Bu mes'ele az ileride müstakil olarak da ele alınacaktır.) İmâm-ı Şafii'nin mezhebinde bulunan âlimler ise bu hususta iki şık üzerinde durmuşlardır. Birinci şık: O'nu seçmeyen eşinden ayrıldıktan sonra, artık dünyayı tercih etmiş bulunan bu eşini bir daha ebediyen nikahına alması Efendimiz'in üzerine haram olması idi. Artık ahirette dahi bu, O'nun eşi olamazdı. Bu birinci kavle göre, İşte bu husus da O'nun özelliklerinden birini teşkil ediyordu. Zira o'nun ümmetinden olan herhangi bir kimsenin eşi, bu şekilde muhayyer bırakıldıktan sonra, kocasını seçmemiş ve bu suretle kocasından ayrılmış olsa; ebediyen bu kocasına haram olmaz. Bir başkasıyla evlenip, ondan da ayrıldıktan sonra, bu eski kocasıyla tekrar evlenmek isterse, evlenebilir. Fakat Peygamberimizin durumunun böyle olmadığını gördük.[26]
Denilmiştir ki: "Peygamberimiz'in
özelliklerinden biri de, O'nun hoşuna giden bir şey gördüğü zaman,
"Lebbeyk! İnnel-ayşe ayşü'l âhirâti" demesi, üzerine vacibdi."
Bunu, el-Râfii nakletmiştir. [27]
Yine denilmiştir ki:
"Peygamberimiz'in farz namazlarını, hiç bir halel ve eksik bırakmaksızın
edâ etmesi üzerine vâcib idi." Bunu da bu şekilde nakleden el-Mâverdi
olmuştur. Başkaları da bunu benimsemiştir. [28]
İbni'l-Kâs'ın Telhis adlı kitabında
anlattığına, el-Kaffâl'ın dediğine ve Nevevi'nin Zevâidur-Ravza'da naklettiğine
göre; Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy
geldiği zaman, kendisinden ve dünyasından geçerdi. Fakat bu halde dahi
kendisinden namaz, oruç ve diğer hükümler sakıt olmazdı." Bunun böyle
olduğunu, İbn-i Seb' ise, kesinlikle hükmetmiştir. [29]
Peygamberimiz'in üzerine vacib olduğu
kabul edilen özelliklerinden biri de, niyet edip başlamış olduğu nafile
ibâdetlerden herhangisi olursa olsun, onu tamamlamasıdır. Bu da Ravza adlı
kitapta anlatılmıştır." [30]
O'nun vacib olan özelliklerinden biri
de, insanlarla haşir-neşir olurken, onların arasında bulunup onlarla konuşurken
bile Allah'ı müşâhade etmekten hiç ayrılmamasıdır. [31]
Keza o, bütün insanların tamamı
itibariyle mükellef bulundukları ilim ve irfana, tek başına mükellef idi ve
herhangi bir şeye, en güzel karşılık ne ise, onunla karşılık vermekle mükellef
idi. [32] Keza bir diğer özelliği de, bazen kalbine darlık veya dalgınlık
gelirdi. O da Rabbi'ne günde yetmiş defa istiğfarda bulunurdu.[33]
Bunların hepsini, Şafii mezhebi âlimlerinden
İbni'l-Kâs, Telhis adlı kitabında anlatmıştır. İbn-i Seb de... Allâme Cürcani
ise, el-Şâfîi adlı eserinde, O'nun özelliklerinden biri olarak da şunu
söylemiştir:"İmamlığın fazileti, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem)'in hakkında, müezzinlikten daha üstündür. Başkaları
hakkında ise böyle değildir. Zira Peygamber Efendimiz, sehiv ve galat üzerinde
bırakılmaz. Başkaları ise, sehiv ve galatından haberdar olmamış
olabilirler,"
Ben de derim ki: Peygamberimizin bu
özelliği üzerinde; kesin olarak bunun böyle olduğuna hükmetmek suretiyle
ihtilafa mahal bırakmamak lâzımdır. Fakat başkaları hakkında, imamlık mı efdal,
yoksa müezzinlik mi efdal diye, ihtilaf edilebilir."[34]
Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır:
"Peygamberimiz'e has olmak üzere bazı şeylerin haram kılınmış olması, hiç
şüphesiz O'nun şeref ve keremini artırmak, O'nu, küçük düşürücü bazı şeylerden
korumak ve ahlakın en güzellerine yöneltmektir. Aynı zamanda, haram olan bir şeyin
terkedilmesindeki sevab, şüphesiz mekruh olan bir şeyin terkedilmesindeki
sevaptan daha büyüktür."[35]
Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'na ve O'nun ev halkına, kendisinin ve ailesinin kölelerine, âzadlılarına, zekâd ve sadaka almanın haram kılınmış olmasıdır. Bu hususta Müslim, Muttalib bin Rabia'dan rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirmektedir:
"Bu, sadakalar, insanların mallarının kirleridir. Muhammed'e ve O'nun âline helâl değildir!"
İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre, Âişe ve Abdullah bin Büsr'den naklettiği rivayete göre, "Peygamber Efendimiz hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmezdi."
(Yine İbn-i Sa'd, Hasan'dan rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yüce Allah, bana ve benim ev halkıma sadakayı haram kılmıştır!")
İmâm-ı Ahmed de Ebû Hüreyre'nin şöyle söylediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dışarıdan yemek getirildiği zaman, onun hediye olup olmadığını sorardı. Eğer hediye olduğu söylenirse, o yemekten yerdi. Eğer, sadaka olduğu söylenecek olursa, ondan yemezdi."
Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Erkam el-Zühri'yi, zekat toplamak üzere görevlendirdi. O da yanında Peygamberimiz'in âzadlısı Ebû Râfî'i götürmek istedi. Ebû Rafı' ise Peygamberimiz'e sormaya gitti. Peygamberimiz kendisine dedi ki: "Ey Ebû Rafı', sadaka (zekât), Muhammed'e ve O'nun âline haramdır!"
(Bunu, Ahmed ve Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde: "Gerçekten sadaka bize helal değildir ve bir topluluk ve ailenin, âzadlısı da; onlardan sayılır" denilmiştir.) [36]
Müslim ve İbn-i Sa'd Muttalib bin Rabia'dan şöyle rivayet eder: Ben ve Fadl bin Abbâs Hazret-i Peygamber'e gidip müracat ettik ve dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana, bize zekat toplama hususunda emir ve yetki vermeni istemek için geldik." Peygamber Efendimiz, biraz sükut etti, sonra başını yukarı kaldırdı. Biz ise kendisiyle konuşmak istiyorduk. Zeynep validemiz de bize işaretle, O'nu konuşturmamamız hakkında perdesi arkasından tenbihte bulunuyordu. Biz de bekledik. Sonra Peygamberimiz bize dönerek buyurdu ki: "Sa'dakalar, Muhammed'e, O'nun âline helal değildir! Bunlar, insanların mallarının kiridir."
Alimlerimiz bu konuda demişlerdir ki: "Zekat ve sadakalar, insanların mallarının kirleri olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz'in yüksek makamları bundan korunmuştur. Peygamberimiz sebebiyle o'nun ev halkı da bundan korunmuştur. Sonra sadakalar, verilecek kimselere acınarak verilir ve alan kişi için bunda, ne de olsa bir zül vardır.'Bu sebeble Peygamberimiz ve o'nun yakınları, alan için zül bulunan sadakadan korunmuş, bunun aksine alan için izzet, veren için zül bulunan ganimet malları kendilerine helal kılınmıştır."
Alimlerimiz, diğer Peygamberlerin durumlarının da böyle olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ki Hasan-ı Basri de onların arasında bulunmaktadır, birinci kavli seçmişlerdir. Yani sadaka ve zekatın diğer Peygamberlere de haram olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise ki Süfyan bin Uyeyne de bunlar arasında bulunmaktadır, ikinci kavli seçip: "Bu, Peygamberimiz'in bir özelliğidir. Yani o'na mahsustur, önceki peygamberlere zekat ve sadakalar haram değildi" görüşünü ileri sürmüşlerdir. [37]
Sonra Peygamberimiz'e haram oluşu bakımından, zekat ve nafile sadakalar aynıdır. Fakat ev halkı hususunda, nafile sadakaların da haram olup olmadığı konusunda, mezhebimiz âlimlerince (Şafiî) ihtilaf edilmiştir. Mezhebimizde, en sahih görülen kavle göre, Peygamberimiz'in ev halkına nafile sadakalar haram değildir. Onlara, sadece zekat almaları haramdır. Yine bizim mezhebimizdeki bir kavle ve Mâliki mezhebine göre, onlara nafile sadakalar da haramdır. Üçüncü bir kavle göre ise, onlara özel olan sadakalar haramdır; eğer sadaka umum müslümanların menfaati içinse, mesela yapılan mescidler, açılan kuyular gibi, bunlardan onların faydalanmaları da helal olur. İbn-i Salâh'ın bildirdiğine göre, keffâret ve nezirler, keza zekât tahsili için verilecek görevler de, en sahih kavle göre, Hâşimiler'e helal değildir. Az önce geçen hadisler de bunu teyid eder mahiyettedir.[38]
Hakkında rivayet edilen bir hadise
göre, Peygamber Efendimiz'e ve o'nun yakınlarına; İsmâil oğullarından birinin
fidyesinin de haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayet şöyledir:
Ahmed, İmran bin
Husayn'dan nakleder, O şöyle der: "Bana adamın biri anlatmıştı: İsmail
oğullarına mensub kabilenin birinde ihtiyar bir adam varmış. Adamın oğlu,
kaçarak Resûlüllah'ın yanına gitmiş. Adam, oğlunu getirmesi için birini
göndermiş. Fidye istenirse diye, fidyesini de birlikte göndermiş. Aracı adam,
Resûlüllah'a gelip durumu anlatmış. Resûlüllah Efendimiz de: "İşte adamın
oğlu! Götürüp babasına teslim edebilirsin" buyurmuş. Adam: "Fidyesini
istemeyecek misiniz?" demiş. Resûlüllah da: "Bana ve benim ev
halkıma, İsmâil oğullarından birinin fidyesini yemek, helal değildir"
buyurmuştur.[39]
Evet, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz'in özelliklerinden biri de; kokusu hoş olmayan
bir şeyi yemesinin, kendisine haram oluşu idi. Nitekim Ahmed ve Hâkim Câbir
bin Semura'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), Ebû Eyyub'un evine indiği zaman, Peygamberimiz yediği
yemeğin artanını Ebû Eyyub'a gönderirdi. O da Resûlüllah'ın yemekte kalan
parmak izleriyle teberrük ederdi. Birgün, yemekte Resûlüllah'ın parmak izlerini
göremeyince, O'na gidip sordu: "Ey Allah'ın Resulü, yemekte parmağınızın
izini göremedim. Siz bu yemekten yememişsiniz" dedi. Peygamberimiz de ona
şu karşılığı verdi: "Bu yemekte sarımsak vardı." Ebû Eyyub tekrar
sordu: "Sarmısak haram mıdır?" Peygamber Efendimiz de: "Hayır,
haram değildir. Fakat sen benim gibi değilsin. Bana melek gelir" buyurdu.
(ve onlara bu yemeği yemelerini emretti. Es-Siratün-Nebeviye İbn-i Hişam, [40]
Buhârî ile Müslim ise,
Cabir'den şöyle naklederler: Peygamber Efendimiz'e içinde bazı yeşillikler
bulunan bir yiyecek getirildi. Peygamberimiz, onun kokusunu iyi bulmadı ve bu
yeşilliklerin ne olduğunu sordu. Kendisine bilgi verildi. O da: "Bunu
ashabıma götürünüz, onlar yesinler" buyurdu. Peygamberimiz, kokusu hoş
olmayan bu yiyeceği yemek istemedi ve bu münasebetle: "Ben, bazen
meleklerle buluşurum! Sizin gibi değilim" buyurdu. [41]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, dayanarak yemek yemesinin haram oluşudur. Bu hususta sahih hadisler vardır. Bunlardan bazılarını görelim:
Buhârî, Ebû Cüheyfe tarikiyle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana gelince: Ben, dayanarak yemek yemem."[42]
İbn-i Sa'd ise, İbn-i Amr'in "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin dayanarak yemek yediği hiç görülmemiştir!" dediğini rivayet eder.
Yine İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, güzel bir senedle Âişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana hitaben dedi ki: "Ey Âişe, eğer ben istemiş olsam, benimle beraber yürüyen altından dağlar olurdu. Bana bir melek gelip şöyle dedi: "Allah, sana selamını okumakta ve seni, melik bir Peygamber olmakla, kul ve Peygamber olmak arasında seçim sapmakla serbest bırakmaktadır." O sırada yanımda bulunan Cebrâîl de bana, tevâzû göstermemi işaret ediyordu. Ben de, kul bir Peygamber olmayı seçtiğimi söyledim..." Âişe validemiz derler ki: "İşte ]bu olaydan sonra Peygamber Efendimiz, hiç dayanarak yemek yememiştir. Yine bu olaydan sonradır ki, Peygamberimiz: "Ben, bir kulun yediği gibi yerim! Ve bir kulun oturduğu gibi otururum!" buyururlardı.
Yine İbn-i Sa'd Zührî'den nakleder: O şöyle der: "Bize ulaşan haberlere göre, Peygamber Efendimiz'e, daha önce hiç gelmemiş olan bir melek iner, yanında Cebrâîl de bulunur. Melek Peygamberimiz'e hitaben: "Allah seni, melik bir Peygamber olmakla, kul bir Peygamber olma arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan hangisini seçersin?" der. Peygamberimiz bu sırada, Cebrâîl'e bakar. O da: "Kul Peygamber olmayı seç!" diye işarette bulunur. Peygamberimiz de: "Kul Peygamber olmayı seçiyorum" buyurur, İşte bu olaydan sonra, Peygamberimiz'in ölünceye kadar dayanarak yemek yemediğini söylerler." [43]
(Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. Onların bu rivayeti de, aşağı-yukarı bundan önceki rivayet gibidir.)
İbn-i Sa'd'ın, birde Atâ bin Yesâr'dan rivayeti var. O, şöyle demiştir: "Birgün Peygamberimiz Mekke'nin üst tarafında idi ve dayanmış olarak yemeğini yiyordu. Bu sırada Cebrâîl gelip: "Ey Muhammed, hükümdarlar gibi mi yemek yiyorsun!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine derhal oturdu."
İbn-i Adiyy ile İbn-i Asâkir'in Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Cebrâîl Peygamberimiz'e geldiği bir sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanmış olarak yemeğini yemekte idi. Peygamberimiz'e hitaben: "Dayanarak yemek, nimete dalmak (keyfîlik)tir!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine derhal doğrulup oturdu. Artık bundan sonra, dayanarak yemek yediği hiç görülmedi ve şöyle buyurdu: "Ben ancak bir kulum. Kul gibi yer, kul gibi içerim."
"Dayanarak yemenin şeklini tarif etmek maksadıyla el-Hattâbî şöyle demiştir: "Buradaki dayanarak yemenin mânâsı: Altındaki yaygıya veya mindere iyice yerleşik bir şekilde oturmaktır..." Hattâbî'nin bu tarifini Beyhekî de kabul etmiştir. Keza İbn-i Dıhye ve Kâdî Ayyâd da kabul etmişler ve muhakkik âlimlere göre, manânın bu olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: "Bundan maksad, yanını yere dayamış, yâni yannamış olarak yemektir" demişlerdir. [44]
Peygamberimizin bir özelliği de, yazı
yazmasının ve şiir söylemesinin kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu
hususta şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de
buldukları o elçi'ye o ümmî Peygamber'e uyarlar." [45]
"Ey Muhammed, sen bundan önce bir
kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman
kuşkulanırlardı." [46]
"Biz ona (Muhammed'e) şiir
öğretmedik, şiir ona yakışmaz da..." [47]
İbn Ebû Hatim, Mücâhid'în şöyle dediği
haberini nakletmiştir: "Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında
Peygamberimiz'in okur-yazar olmadığını görürler ve bunu söylerlerdi, İşte
bununla ilgili olarak: "Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de
onu yazmıyorsun!" mealindeki âyet inmiştir."
İmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:
"Peygamberimiz'in bir özelliği
olarak, yazı yazmasının kendisine haram olabilmesi için, O'nun yazı yazar
olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı bilmezdi."
İmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkid eder ve
şöyle der:"Yazı yazmasını
bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış olması mümteni' (imkansız)
değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve
doğrusu da, O okur-yazar değildi..." [48]
Bâzıları ise bunun aksini söylemişler
ve: "Hudeybiye andlaşmasının yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı
üzerine, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu,
Muhammed bin Abdullah'ın andlaşmasıdır" diyerek yazmıştı. Zira Ali, böyle
yazmaktan çekinmişti" demişlerdir. Onlara verilecek cevab ise şudur:
"Bu andlaşma ile ilgili olarak "...Yazdı" denilmesinden maksad,
emir verip yazdırdı demektir [49]
Ebû Mes'ûd Dımeşkî de, Hudeybiye
Musâlehasıyla ilgili olarak:'Yâni Peygamberimiz kâlemi eline aldı, fakat
güzelce yazmasını bilmiyordu. Buna rağmen "Resûlüllah" yerine
"Muhammed" kelimesini yazdı" der.
Ömer bin Şeybe'nin bu
husustaki sözü ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), Hudeybiye'de, kendi eliyle yazdı. Halbuki O, daha önce
yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir mucize olarak yazmasını
bildi ve yazdı." Onun bu sözünü kabul edenler de olmuştur: Hadîs
âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebû'l-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî Ebû'l-Velîd
el-Luhamî, Kâdi Ebû Cafer el-Sınınanî el-Usûlî; bunu kabul edenlerdendir. Hattâ
Ebû'l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in hiç yazı bilmediği
ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O'nun en kuvvetli
mucizelerinden biridir." Bazıları da şöyle demiştir: "Peygamberimiz,
o gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı
halde yazdı. Kâlemi eline aldı ve hareket ettirdi. O'nun yazmak istediği
şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden ve mucizevî bir şekilde
oluştu... Evet Peygamberimiz kalemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey
yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu"
[50]
Şiirin Peygamberimiz’e haram olmasına
gelince: "Ebû Davud'un buna delâlet eden hadîsi; İbn-i
Ömer'den sevketmiş olduğunu görüyoruz... O, şöyle diyor:
"Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu işittim: "Ben eğer tiryak içersem nazarlık takimrsam,
kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve âkibetim ne olur bilmem."
İbn-i Sa'd'ın
Zühri'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
Medine'ye göçten sonra Mescid yapılırken, ashabın bu husustaki candan
çalışmalarına bakarak duygulanmış ve: "Bu göç, Hayber göçü değildir!
Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir" anlamında bir söz söyleyivermiştir.
Yine Zührî şöyle dermiş: "Peygamberimiz, şiir olarak ne söylemişse, bir
başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir. Kendisinin, Mescid yapılırken
söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir söylediği olmamıştır. (Bunu da, şiir
söylemek maksadıyla söylemiş değildir.) [51]
Yine İbn-i Sa'd,
Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd'dan şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) birgün, Abbâs bin Mirdâs'a hitaben: "Hatırlıyor musun?
Senin: "Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz mallar, Akra' ve Uyeyne
arasında kaldı" gibi bir şiirin vardı?" demiş... Orada bulunan Ebû
Bekir de: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana kurbân olsun! Sen, bir şâir
olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır
birşey değildir. Bunun söylediği o şiirin aslı, öyle değil;"...Uyeyne ile
Akra' arasında kaldı" şeklinde idi" der. (Yâni Peygamberimiz, bu
misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl
vermek için.)
Alimlerimiz demişlerdir ki:
"Peygamberimiz'in şiir şeklinde söylemiş olduğu sözler; şiir maksadıyla
söylenmiş şeyler değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez...
Kur'ân'da dahi bazân vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir
değildir."
İmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamber
Efendimiz'e yazı yazmak haram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir
yazıyı okumak da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O'na şiir söylemek
yasak olduğu gibi, bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de
yasak idi."
El-Harbî de şöyle demektedir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki mısraı bir
araya getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra
halinde misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraını okuyup ikinci mısraını
bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraını okuyup birinci mısraını terketmiştir.
Eğer her iki mısraı okuyarak misâl vermek istemişlerse, bu seferde mutlaka
kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbâs
bin Mirdâs'ın şiirinde olduğu gibi..."[52]
Ahmed ve İbn-i Sa'd Câbir
bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), Uhud Günü şöyle demiştir: "Ben, rüyamda kendimi çok
sağlam bir zırh içinde gördüm... Bazı boğazlanmış sığırlar da gördüm... Sağlam
zırhı, Medine olarak; boğazlanmış sığırları da askerlerden bâzıları olarak
te'vîl edip yorumladım... Eğer isterseniz Medine'de kalalım. Düşman Medine
içine kadar girecek olursa, kendimizi burada müdâfâ edelim." Ashâb şu
cevâbı verdiler: "Allah'a yemîn ederiz ki, onlar câhiliye zamanında bile
şehrimiz Medine'ye girmiş değillerdir. İslâm devrinde girmeleri nasıl
olur?" Peygamberimiz de onların bu cevâbını ve tutumunu görünce: "O
halde siz bilirsiniz" buyurdu. Sonra Peygamberimiz evine gitti. Ve harp
hazırlığını yapıp zırhını giyindi. Ashâb bunu görünce, daha ciddî düşünüp:
"Biz ne yaptık?" dediler. Resûlüllah'a karşı O'nun düşüncesini red
ettiklerine çok pişman oldular. Resûlüllah'a mürâcât edip: "Ey Allah'ın
Resulü, karar sizindir, siz nasıl bilirseniz öyle olsun!" dediler.
Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle buyurdular:
"Bunu şimdi mi düşünebildiniz?
Biliniz ki, bir Peygamber; harbe karar verip zırhını giydikten sonra, karar
verdiği savaşı yapmadıkça zırhını çıkaramaz! Bu ona helâl değildir." [53]
Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır; "Habîbim, verdiğini çok bularak (veya daha çoğunu umarak) başa kakma..."[54]
İbn-i Cerîr, âyetin tefsîriyle ilgili olarak, Ümmetin Alimi ve Tercümânü'l Kur'ân olan İbn-i Abbâs'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Bir iyilik ve ihsanda bulunduğun zaman, onu ondan daha iyisine kavuşmak niyetiyle verme! Bu sana lâyık değildir." [55]
Bütün müfessirler, bu hususun Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olduğunda ittifak ve icmâ etmişlerdir.
İbn-i Ebî Hatim de Dakhâk'tan Kur'an-ı Kerîm'deki: "insanların malları içinde, artması için verdiğimiz faiz, malı Allah katında artırıp bereketlendirmez..." [56] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle nakleder. Yâni Dahhâk demiştir ki: "Bu âyetteki ribâdan (faizden) maksat, helal olan ribâdır ki, bu şudur: Kişi insanlardan birine bir şey hediye eder. Onu, sırf bir hediye olarak verir. Fakat bunu vermekten maksadı, ondan daha iyisine kavuşmaktır, İşte buna, ribâ'l-helal denilir. Fakat bu, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) helal değildir. Peygamberimiz, böyle yapmaktan yasaklanmıştır. Çünkü bu, O'nun yüksek makam ve mansıbına lâyık değildir..."[57]
Yüce Allah, bu husustaki bir âyet-i celilesinde
şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz dünyalığa
gözlerini dikme! Ve onlar sana inanmıyorlar diye de üzülme! Sen, müminlere
kanatlarını indir, onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol." [58]
Yukarıda mealini gördüğümüz âyetten de anlaşıldığı
gibi, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği de, başkalarına verilen dünyalığa
gözlerini çevirmesinin kendisine haram olması idi. Bu hükmü, bu şekilde İmâm
el-Râfiî, el-İzâh adlı kitabın sahibinden naklederek bildirmiştir. Nevevî ile
İbnü'l-Kâdî de buna kesinlikle hükmetmişlerdir.[59]
Bu hususu, daha önce geçen ilgili
bölümde ifâde etmiştik... Nitekim Buhârt'nin Âişe'den
sevkettiği rivayet de bunu ifâde etmektedir. Bu rivayete göre Âişe şöyle
demiştir; "Cüveyne'li adamın kızı (Cüveyne kabilesine mensûb Nûmân bin
Şerahbil'in kızı Ümeyme) Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) yaklaştığı
zaman; "Ben, senden Allah'a sığınırım" demişti... Peygamberimiz de:
"Gerçekten sığınılacak olana sığındın!" buyurdu ve ona hitaben:
"Derhal ailene dön!" dedi. Yâni onu terk etti..."
Konu ile ilgili olarak İbn-i Mülakkın,
El-Hasâis adlı kitabında der ki: "Bundan anlaşıldığına göre,
Peygamberimizle birlikte kalmayı hoş görmeyen bir kadını Peygamberimiz'in
tutması haram idi. Kendisini istemeyen bir kadını nikâhına alması da haram idi.
Bunun böyle olduğuna, Peygamber Efendimiz'in, hanımlarını iki seçim arasında
muhayyer kılmış olması da delâlet eder..."
İbn-i Sa'd,
Mücâhid'den şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, bir kadını nikahlamak
istediği zaman, bu isteğini o kadına açıklar, eğer o kadın bunu kabul etmezse,
Peygamberimiz bu istediğini bir daha tekrarlamazdı. Nitekim bir defasında, bu
husustaki isteğini bir kadına bildirmiş, o kadın da "ailemle istişarede
bulunayım" karşılığını vermişdi. Sonra bu kadın, âlilesiyle istişare edip
onların muvafakatini aldığını bildirdiği zaman; Peygamber Efendimiz de, bunun
vaktinin geçmiş olduğunu bildirmekle yetinmiştir..."[60]
Ebâ Dâvûd Nâsih'inde Mücâhid'den şu haberi rivayet etmiştir:'Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e hitabla: "Bundan böyle artık sana, kadınlarla evlenmek haramdır" [61]buyurması; Peygamber Efendimiz'e, ehl-i kitâbtan olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır." [62]
Yine Mücâhid'den Sâid bin Mansûr'un bir rivayeti bulunmakta. Bu rivayete göre de Mücâhid, aynı âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu yasağı, yahûdî ve nasrânî kadınlarıyla ilgilidir. Onların, Peygamber'e zevce, mü’minlere anne olmaya lâyık olmadıklarını bildiriyordu."
Bizim Mezhebin (Şâfii Mezhebinin) âlimleri derler ki: "Peygamberimiz'in hanımları, hem mü’minlerin anneleri, hem de cennette ebediyen Peygamberimiz'in eşleri oldukları için, bunların, yâni gayr-i müslim kadınlarının O'na eş olmaları haram kılınmıştır. Zira O'nun eşlerinin, O'nunla ebediyen cennette beraber olmaları münâsebetiyle, aynı zamanda O'nun derecesinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, çok yüksek şeref de kazanmış olmaktadırlar. Hem, Sevgili Peygamberimiz, gayr-i müslim kadınlarıyla arkadaşlık etmekten de hoşlanmazdı. Ayrıca Peygamberimiz'e nikahlanacak bir kadın, müslümanlardan biri bile olsa, Allah yolunda hicret etmiş olması da şart idi. Müslüman bir kadının, Peygamberimiz'e nikahlanabilmesi için, hicret etmiş olması şart olursa; müslüman dahî olmamış bir kadının Peygamberimiz'e helâl olmayacağı, kolaylıkla anlaşılır."
Şafiî Mezhebi âlimlerinden Ebû İshâk şöyle demektedir: "Eğer Peygamberimiz, gayr-i müslim bir kadını nikahlamış olsaydı, Peygamberimiz'în keremi ve şerefi için o kadına İslâm hidâyeti nasîb olurdu." [63]
Mezhebimiz âlimlerinden bâzıları, Peygamber Efendimizin ehl-i kitaptan olan bir câriye edinmesinin de kendisine haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat, en sahîh kavle göre, bu kendisine haram değildir. Nitekim el-Hâvî adlı kitabında el-Mâverdî şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cariyesi Reyhâne'yi, henüz o müslümanlığı kabul etmemişken câriye edinmişti." Mâverdî'nin bu sözüne göre, "Peygamber Efendimiz'e bu durumda; böyle bir cariyesine müslüman olmasını şart koşması, müslümanlığı kabul ettiği takdirde onu tutması, kabul etmediği takdirde ise, onu terk etmesi üzerine vâcib mi idi, değil mi idi?" diy ihtilâf edilmiştir ve iki vecih üzerinde durulmuştur: Birincisine göre: "Peygamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer bırakması vâcib idi. Eğer müslüman olmayı kabul ederse, ne güzel! Bu takdirde o da; âhirette ebediyen Peygamberimiz'in eşi olur." ikinci kavle göreyse; Peygamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer kılması vâcib değildir. O, kendi isteği ile dilerse müslümanlığı kabul eder. Eğer etmezse, Peygamberimiz'in böyle bir kitabî (ehli kitap) cariyesinden ayrılması gerekmez. Nitekim Reyhâne misâli, buna delâlet eder."[64]
Evet, bu da Peygamberimiz'in
özelliklerinden birini teşkil etmekte idi. Tirmîzî'nin hasendir kaydiyle, İbn-i
Ebî Hâtim'in İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri şu haber buna
delâlet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün
kadınlardan nehyolundu. Ancak, Medine'ye hicret eden müslüman kadınlar için izin
verildi. Yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Habîbim, bundan
sonra artık sana, başka kadınlarla evlenmek, şimdiki eşlerini başka eşlerle
değiştirmek helal değildir! İsterse onların güzellikleri senin hoşuna gitmiş
olsun. Artık başka kadınlarla evlenemezsin. Yalnız elinin altında bulunan
cariyeler hariç. Allah, her şeyi gözetleyicidir." [65]
Yine bundan önceki âyetleri gereği,
(Ahzâb, 50,51) Yüce Allah, Peygamberimiz'e müminlerin kızlarının, kendisini
Resûlüllah'a hibe eden mü’mine bir kadını helal kılmış; bunlardan maadasını ise
haram, kılmıştır. Dîni, İslâm'dan başka olan kadınları da O'na haram
kılmıştır." [66]
Keza Peygambere (sallallahü
aleyhi ve sellem), O'nun bir özelliği alarak, müslümanlığı kabul etmiş
bulunan bir cariyeyi nikahlaması da haram idi. Bu husustaki iki tevcihin, en
sahîh olanı budur."[67]
Ebû Dâvûd, Nesaî,
sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan şöyle rivayet
ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin
fethi gününde, umûmî af ilan etti.,. Ancak bu umûmî aftan dört kişiyi istisna
eyledi. Abdullah bin Ebû Şerh, bu dört kişiden biriydi. Abdullah, kendisinin yakını
bulunan Osman bin Affân'ın yanında saklandı. Sonra Peygamberimiz insanları biat
etmeye çağırdı. Bu sırada Osman, Abdullah'ı yanına alarak geldi ve: "Ey
Allah'ın Resulü, Abdullah biat etti" dedi. Peygamberimiz ise, üç defa başını
yukarı kaldırıp baktı ve her defasında Abdullah'ın biatini kabul etmek
istemedi. Üçüncüsünden sonra, onun biatini kabul etti... Sonra yanındaki
ashabına dönerek şöyle dedi: "içinizde derin anlayışlı biri yok muydu? Ben
bu adamın biatini kabul etmek istemediğim zaman, bunu görüp de ayağa kalkmalı
ve bu adamı öldürmeli idi." Ashâb bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü,
sizin içinizdekini biz ne bilelim? Bize bir işarette bulunsaydınız!"
dediler. Peygamberimiz de: "Bir Peygamber için, böyle haince bir iş, hiç
yakışık almaz!" buyurdu.
İbn Sa'd, Saîd bin Müseyyeb'ten şöyle
nakleder: "Peygamberimiz bu sırada ashabına cevaben: "imâ, işaret
etmek; hıyanettir! Bir peygamber için imâ etmek yoktur!" buyurdu.
İmâm-ı Râfîi şu açıklamayı yapar:
"Hâine-i âyün, yani gözle işaret etmek; öldürülmesi veya dövülmesi mübâh
ve caiz olan birisi hakkında, bu işlemin yapılması için işarette bulunmaktır.
Böyle bir hareket, Peygamberimiz'den başkası için haram değildir. Çünkü
aslında, mübâh ve caiz olan bir şey yapılacaktır. Ancak yapılması hak ve mübâh
olmayan bir iş olursa, o hususta gözle işaret etmek de caiz olmaz...
Peygamberimiz için caiz olmayan ve O'nun bir özelliği bulunan husus ise; îdamı
istenmiş ve îlân edilmiş bir adam için bile, gözle işarette bulunmasının haram
oluşudur. Kendilerinin buyurdukları gibi: "Bir Peygamber için işaret etmek
yoktur."
El-Telhîs adındaki kitabın sahibi, buna
bakarak, Peygamber Efendimiz için, harbte hile yapmasının da caiz olmadığı
kanâatine varmıştır. Fakat büyük ekseriyet kendisine muhalefet etmiştir. Bu
muhalefetin sebebini de el-Râfiî şöyle açıklamıştır: "Zira Peygamber Efendimiz;
bir sefere çıkacağı zaman, başka tarafa gidecekmiş gibi gösterip hedefini
gizlerdi. Bu, pek meşhurdur ve Buhârî ile Müslim'in
sahihlerinde Ka'b bin Malik Hadisi olarak mevcudtur. Bu tevriye ile îmânın
arasındaki farka gelince büyük işlerde tevriye yapılır. Bunun, yapanı
aşağılatıcı bir niteliği yoktur, imâ ise, yapan için kınanan bir
şeydir..."
Ben de bu münâsebetle şu inceliği
hatırlatmak isterim: Beyhakî'nin ed-Delâil adlı kitabında Ebû Hüreyre'den
rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'le
birlikte Medine'ye girecekleri sırada (hicretleri esnasında), Ebû Bekir'e
hitaben şöyle buyurduğu yazılıdır: "Ey Ebû Bekir, insanları gereği gibi
oyala, benim konuşmama mahal bırakma! Zira bir Peygamberin yalan söylemesi
lâyık değildir." Bunun üzerine, kendilerine soru soranları Ebû Bekir
oyaladı. Onlar: "Sen kimsin?" diye soruyorlar, Ebû Bekir de:
"Yola çıkmış birisi!" diyordu. Onlar: "Bu yanındaki adam
kim?" diyor. Ebû Bekir de: "Bana yolu gösteren birisi" diye
karşılık veriyordu."
Beyhekî'nin bu rivayeti
gösterir ki, tevriyede bulunmak da, eğer büyük işlerle ilgili olmaz, sâdece
özel bir mâhiyette bulunursa, yine bir Peygamber için layık düşmemektedir. Zira
yukarıdaki olayda Ebû Bekir'in söyledikleri de bir tevriyedir, fakat bunda bir
yalan bulunmamaktadır. Fakat o, hem Peygamberimiz'in tanınmasını önlemiş, hem
de doğruyu söylemiştir. Tevriyesini yaparken de: "Bu, beni hak ve hayır
yoluna hidâyette kılan kişidir!" demek istemiştir. Böyle bir tevriyeye,
olsa olsa, sâdece şekil ve suret bakımından yalan denilebilir. Yoksa hakikatte
bir yalan olmadığı meydandadır, İşte, önceki geçen konuların birinde,
Peygamberimizin şefaat hadîsini de görmüş, orada İbrâhim (aleyhisselâm)'ın
kendisine izafetle: "Siz en iyisi, bir başkasına gidip şefaatçi olmasını
isteyiniz! Zira ben, üç defa yalan söylemiştim" dediğine vakıf olmuştuk. İşte
onun bu sözündeki; "yalan söylemiştim" dediği şeyler de, hiç şüphesiz
hakikatte yalan olmayıp, şekil ve suret bakımından yalana benzeyen sözlerdi.
Bunun bu şekilde anlaşılması da, bu vesile ile, bizim için çok açık ve kolay
olmuştur. Demek ki, Peygamberlerin, kendi şahsî işleri için tevriyede
bulunmaları, kendi yüksek makamlarına lâyık görülmediği içindir ki, yukarıdaki
misâlimizde Peygamber Efendimiz, tevriyede bulunmaktan sakınmış, bunu Ebû
Bekir'e havale etmiştir. Keza İbrahim (aleyhisselâm) da,
kendisine âit üç adet tevriyeyi, bu sebeble kendisinin aleyhine saymış olacak
ki, bunları zikrederek şefaatten çekinmiştir. [68]
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, tekbîr veya ezan sesinin duyulduğu bir yere, baskın yapmasının kendisine haram olmasıdır. Buna dair Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayet olunan haberi, yeterli delîl kabul edilmiştir. Bu rivayete göre Enes şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah yolunda gazaya çıktığı zaman, bir yere uğradığında, eğer oradan tekbîr veya ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapmazdı. Bunun tesbîti için de, bütün gece boyunca bekler, sabah olduğunda o yerden ezan sesinin gelip gelmediğine bakardı. Eğer ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapılmasına izin vermez, eğer ezan sesi gelmezse baskınını yapardı." İşte bunu da İbn-i Seb', Peygamberimiz'in bir özelliği saymıştır.[69]
Evet, el-Kudâî'nin anlattığına göre
Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun müşriklerden yardım
istemesinin kendisine haram olmasıdır. Buhârî'nin Târih'inde
Hubeyb bin Yessâf tan şöyle bir rivayeti vardır. O demiştir ki: "Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün bir
tarafa gitmek üzere karar vermişti. Biz de kendisine gidip: "Ey Allah'ın
resulü, kavmimizin katılacağı bir sefere, biz de katılmak istiyoruz!"
diyerek kendisine mürâcâtta bulunduk... Peygamberimiz bize sordu: "Siz her
ikınız de, müslüman oldunuz mu?" Biz de tabiî henüz müslümanlığı kabul
etmemiş olduğumuzdan: "Hayır" cevabını vermiştik... Bunun üzerine O
şöyle buyurdu: "Biz, düşmanlarımız bulunan müşriklere karşı, müşriklerden
yardım istemeyiz." [70]
El-Kudâî'nin değerlendirmesine göre,
Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, zulüm olan bir iş yapılmak istenildiği zaman orada hazır bulunmayı
kabul etmemesidir. Bu hususta Buhârî ve Müslim, Nûmân
bir Beşir'den rivayet ederler,
(Müellif, burada böyle bir başlık
attıktan sonra, gerisini getirmeyip boş bırakmıştır.) [71]
------------------------
[3] İsrâ' suresi, 79
[6] Al-i İmran suresi, 159
[12] Siyer-i İbn-i Hişam, 3/58. Mısır,
1355
[14] Maide suresi, 67
[16] Bu hadisi, buna yakın bir anlamda, Müslim de
rivayet etmiştir.
[18] Ahzab suresi, 28
[19] Ahzab suresi, 52
[21] Ahzab suresi, 51
[22] Ahzab suresi, 29
[23] Ahzab suresi, 50
[40] es-Sîratü'n-Nebeviye, ibn Hişam,
2/144.
[45] A'raf suresi, 157
[46] Ankebut suresi, 48
[47] Yasin suresi, 69
[54] Müddessir suresi, 6
[56] Rûm suresi, 39
[58] Hicr suresi, 88
[61] Ahzab suresi, 52
[65] Ahzab suresi, 52