EL-HASÂİSÜ'L-KÜBRÂ |
| |
28 PEYGAMBERİMİZİN, ÜMMETİNE DEĞİL DE KENDİSİNE HAS ÖZELLİKLERİNİN ANLATILACAĞI BİR BÖLÜM (b) |
Ravza'da şöyle der: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bir gün
Nitekim Müslim ve Beyhekî Ebû
Seleme’den şöyle rivayet ederler: "Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem), ikindi namazından sonra kılmakta olduğu iki rek'at
hakkında Âişe'ye sordum. O da bana şu cevabı verdi: "Peygamberimiz
bunu ikindiden önce [1] kılardı. Bir gün meşguliyeti sebebiyle kılamadı.
İkindiyi kıldıktan sonra, bu iki rek'ati de kıldı. Sonra buna devam etti...
Zaten o bir namaz kıldı mı, sonra buna hep devam ederdi..."
Ahmed, Ebû
Ya'lâ ve İbn-i Hıbbân sahih bir senedle Ümmü Seleme'den şöyle
rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan sonra
benim odama girdi ve iki rek'at namaz kıldı. Ben kendisine bunu sordum. O da şu
cevâbı buyurdu: "Yanıma Halîd gelmişti. Benim,
Yine Beyhekî Âişe'den
şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi
namazını kıldıktan sonra da namaz kılardı, fakat bunu başkaları için
yasaklardı. Orucunu açmadan ertesi günün orucuna niyetlenirdi, fakat başkalarının
böyle yapmasını yasaklardı..." [3]
Buhârî ve Müslim Âişe'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "iki rek'atlik bir namaz vardır ki,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu ne gizlide
ne de âşikârde terketmezdi. İşte bu;
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri
de, bâzı âlimlerin zikrettiklerine göre, namazını kılarken, sabî çocuğu
yüklenmesidir. Nitekim, Buhârî ve Müslim'in Ebû Katâde'den sevkettikleri
rivayet şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını
kılarken, Ümâme binti Zeyneb'i yüklenirdi. Secdeye vardığı zaman onu indirir,
secdeden kalktığı zaman tekrar yüklenirdi."
İşte âlimlerimizden bâzıları, bu
rivayete bakarak bunun da Peygamberimiz'in bir özelliği olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer, Buhârî üzerine yazdığı
Şerh'de böyle nakletmiştir. [5]
Ebû Hanife'nin mezhebine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) gâib üzerine cenaze namazını kılması da, kendisinin özelliklerinden birini teşkil etmektedir. Zira Ebû Hanîfe, Peygamber Efendimiz'in Necâşî üzerine kıldığı namazı, O'nun bir özelliği olarak kabul etmiş ve başkalarının bu şekilde hazır olmayan biri üzerine cenaze namazını kılamıyacağını söylemiştir. [6]
Evet, Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Nitekim Buharî ve Müslim'in
rivayet ettikleri bir hadîs de buna delalet etmektedir. [7]
Buhâri ve Müslim Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Bugünün orucunu açmadan, yarının orucuna
eklemekten sakınınız." Ashâb: "Sen böyle visal yapıyorsun?"
dediler. Peygamberimiz de: "Ben, sizler gibi değilim. Zira ben, Rabbim
tarafından yedirilmiş ve içirilmiş olarak gecelerim."
Bu hadîsin manâsı üzerine ihtilâf
edilmiştir. Bazıları: "Bununla hakikat murâd edilmiştir ve hakîkaten, O,
cennet nimetleriyle yedirilmiş ve içirilmiş bulunmaktadır. Bu ise orucu
bozmaz" demiştir. Bâzıları ise: "Murâd olunan mânâ, hakikat değil,
mecazdır. O'nda, yiyen ve içen kimsenin kuvveti ve dayanıklılığı meydana gelir.
Allah, kendisine bu kuvveti verir" demişlerdir. Sonra ekseriyet,
Peygamberimiz'in oruçta visâl yapmasının kendisi hakkında mübâh olduğunu
söylerken; Îmâmü'l-Haremeyn, bunun O'nun hakkında bir ibâdet olduğu
görüşündedir. Burada çok hoş bir incelik de bulunmaktadır ki, bunu El-Matîab
adlı kitabın sahibi bir tenbîh olarak anlatmakta ve şöyle demektedir:
"Peygamber Efendimiz'in oruçta visal yapmasının mübâh oluşu; umûm ümmete
nisbetledir. Yoksa bu ümmetten olan bütün ferdlerin hepsine şâmil olmak üzere
değildir. Zira bu ümmetin- sulehâsından pekçoklarının da oruçlarında visal
yaptıkları meşhurdur. O halde Peygamberimiz'in bu husustaki yasağı, ümmetin
hey'et-i mecmuu itibariyledir [8]
Yüce Allah şöyle buyurur: "Hiçbir şey için "bunu yarın yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse yapacağım" de ve unuttuğun zaman Rabbini an..."[9]
Taberânî ve İbn-i Ebî Hatim, yukarıda meali geçen âyetle ilgili olarak, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Söz sırasında istisnayı, yâni "inşâallah" demeyi unutursan, hatırladığın zaman istisna yap! "Allah dilerse" de..." İbn-i Abbâs böyle söylemiş, aynı zamanda Bunun Peygamberimiz'e has olduğunu da ifâde etmiş ve: "Bizim için bu caiz değildir. Biz ancak kelâmımıza, yeminimize bitişik olarak istisnada bulunabiliriz" demiştir.[10]
Evet, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, Şeyh îzzüddin bin Abdüsselâm'ın dediğine
göre budur. Zira Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde: "...Aynı zamanda
Allah ve Resulü, bu ikisinden maâdâ her şeyden daha fazla sevgili
olmalı..." buyurmuştur. İşte bu sözünde Peygamber Efendimiz: "...Bu
ikisinden maâdâ" derken, kendisine âit zamir ile Allah'a âit olan zamirin
arasını cemetmiştir. Nitekim bir hadîslerinde de: "Ve kim, bu ikisine
isyan ederse başkasına değil, ancak kendisine zarar verir!" buyurmuştur.
Böyle her iki zamiri cemederek konuşmak, Peygamberimiz'den başkası için asla
caiz olmaz! Nitekim hutbe okumakta olanın birisi: "Her kim, Allah'a ve
O'nun Resulü'ne itaat ederse, şüphesiz doğru yolu tutmuş olur! Fakat her kim bu
ikisine isyan ederse, yolunu şaşırmış olur!" deyince, Peygamberimiz o
hutbe okumakta olana hitaben: "Sen, ne kötü bir hatîbsin! Kim, bu ikisine
isyan ederse" deme. Güzelce: "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan
ederse" de" buyurmuştur.
Alimlerimiz demişler ki: Başkasının böyle
söylemesinin caiz olmamasının sebebi, muhâtabları vehme düşüreceği içindir.
Peygamberimiz ise masum ve mansıbı çok yüksek olduğu için O'nun hakkında:
"Gâlibâ her ikisini demekle, müsâvî tuttuğu anlaşılıyor!" şeklinde
bir îhâma, asla mahal bulunamaz."[11]
Şeyh Tâcüddîn bin Atâullah ki kendisi
sofiyenin üstadıdır, Şâzeliye tarîkati pîrlerindendir, bu hususta Tenvir adlı
kitabında şöyle demektedir: "Peygamberler ki Allah'ın selâmı hepsinin
üzerlerine olsun, onlar üzerine zekât farz değildir. Sebebi ise: Peygamberler,
mülkün tamâmını Allah'ın bilirler ve kendilerine mülk izafe etmezler. Ellerinde
ve canlarında ne varsa hepsini Allah'ın bir emâneti olarak görürler. Harcanması
lâzım gelen yerlerde Allah için harcarlar, harcanmaması gereken yerlerde de
Allah için harcamayı durdurmuş olurlar. Zekât, mâlî bir ibâdet olup malın
iktisabında bir kusur ve kirlilik olmuşsa onun temizlenmesi kabilinden
olduğundan; Peygamberler için böyle birşey söz konusu olmaz. Yâni bu bakımdan
da, Peygamberler için zekâtın farz olmadığını söyleyebiliriz..." [12]
(Fakat bu gerekçeler tatminkâr
değildir. Hem zekât, zekât zengini olan kişinin değil, onun malının kiridir.
Peygamberimiz ise, bıraktığı malın tamâmının sadaka olduğunu söylemiştir.)[13]
Peygamberimiz, harpli veya harpsiz alınan ganimet malların beşte birini veya beşte dördünü alma hakkına sahipti... Ayrıca ganimet malı henüz taksim edilmeden, câriye veya başka bir şeyi alabilirdi. Bu hususta Yüce Allah Kitabında şöyle buyurur:
"Allah'ın o kent halkından Resûlü'ne verdiği ganimetler, Allah'ın ve O'nun Resûlünündür. Ve Resulüne akrabalığı bulunanların, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışlarındır." [14]
Yine Yüce Allah'ın bir ayetinin anlamı da şu merkezdedir:
"Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri; Allah'a, O'nun Resulüne, Resulüne yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara aittir! Allah her şeye kadirdir." [15]
Konumuzla ilgili olarak Ahmed, Buhârî ve Müslim Ömer'den şöyle rivayette bulunurlar: Yüce Allah, Resûlü'ne şu ganimet malları hakkında bir özellik vermiş, bunu bir başkasına vermemiştir ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın onların mallarından Peygamberine verdiği ganimetlere gelince: Siz onu elde etmek için ne at, ne de deve sürmediniz... Fakat Allah, elçilerini dilediği kimselerin üzerine salar (da onlara üstün getirir). Allah her şeye kadirdir." [16]
İşte bu, Peygamberimiz'e has idi. Peygamberimiz ise, bunu ev halkına, onların senelik nafakası olarak harcar idi. Sonra kalanını, Allah'a âit mallara katar, Allah yolunda harcar idi. Peygamberimiz, hayatı boyunca böyle amel etmiştir. O vefat edince Ebû Bekir gelmiş ve: "Ben, Resûlüllah'ın halîfesi ve velîsiyim" deyip aynen Resûlüllah Efendimiz'in bu hususta yaptıklarını yapmıştır..."
Ebû Dâvud ve Hakimin Amr bin Abese'den rivayetlerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu husustaki hadislerinin birinde aynen şöyle buyurmuştur:
"Sizin ganimet malı olarak elde ettiğiniz şeylerden, benim şu elimdeki çöp kadar şahsî bir hakkım yoktur. Sâdece Allah'ın emrettiği beşte bir hakkım vardır. O da sonunda yine size dönmektedir!" [17]
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Amr bin Hakem'den şöyle naklederler: Kurayza Oğullarından alınan ganimetler getirildiği zaman, bunun içinde Reyhâne de vardı. Peygamberimizin emriyle, henüz ganimet malı taksim edilmeden Reyhâne ayrıldı. Peygamber Efendimiz'in bu şekilde, dilediğini taksimden önce ayırma hakkı da vardı..."
Beyhekî de Sürteninde Yezîd bin Şıhhîr tarikiyle bir sahâbiden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, Züheyr Oğullarına yazıp gönderdiği bir mektubu bana verip, onlara götürmemi emretti. O'nun bu mektubunda şöyle yazılı idi: "Ey Züheyr bin Kays'ın Oğulları! Sizler eğer, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun elçisi bulunduğuma şehâdet eder, namazı kılıp, zekâtı verir, sonra ganimetten beşte biri teslim eder, Peygamberin hakkım tanırsanız; şüphesiz Allah ve Resulü'nün size tanıdığı bir emân ile emniyet içinde bulunursunuz."
İbn-i Abdul-Berr şöyle demiştir: "Peygamberimiz, ganimet malı henüz taksim edilmeden istediğini alma hakkına sahiptir ki, O'nun bu hakkına Sehm-i Safiyy denilmektedir. Bu, sahîh eserlerde vardır ve pek meşhurdur. İlim ehli yanında maruftur. Siyer âlimleri O'nun bu hakkı hususunda herhangi bir ihtilâfa düşmemişlerdir. Aynı zamanda âlimler; bunun Peygamberimiz'e mahsûs olduğu üzerinde de ittifak etmişlerdir." İmâm el-Râfiî, Zülfikâr adlı kılıcın, bu cümleden olduğunu söylemiştir. [18]
Buhârî'nin Sa'b bin
Cüsâme'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Bir yeri "koru yapmak", ancak Allah ve Resulü
içindir."
Mezhebimiz âlimleri bu hususta derler
ki: "Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak, O sahipsiz bir arazîyi
"koru" olarak çevirip kendisine tahsis eder. Bu, başka İmâm veya
halifeler için caiz olmaz... İmâm - ve halîfeler, kendileri için değil de,
ancak devlet ve umûm müslümanları için olmak üzere, koru yapabilirler..."
Bâzıları da demiştir ki: "Başkalarının
devlet veya müslümanlar için koru çevirmeleri de caiz olmaz." Fakat
caizdir diyenlerin sözüne göre, o İmâm veya halîfe öldükten sonra, onun yerine
gelen İmâm veya halife, onun yaptığı koru'yu değiştirip bozabilir. Halbuki
Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı
koruyu, asla hiçbir kimse bozamaz, hiçbir şekilde değiştiremez;
Gerçekten Peygamber Efendimiz, bâzı
yerleri "koru" olarak çevirmiş veya iktâ buyurup tahsis etmiştir.
Hattâ bunu, o yerler fethedilmeden önce yapmıştır. Çünkü Allah O'nu oraların
mâliki kılmıştır, O da istediği gibi hükmetme yetkisine sahiptir. Nitekim
Temîm-i Dârî'ye ve onun zürriyetine ait olmak üzere, Kudüs yakınlarında bir kasabayı
iktâ buyurup vermiştir. Halbuki orası, henüz müslümanlar tarafından fethedilmiş
değildi ve bugün burası hâlâ Temîm'in nesline âit bulunmaktadır. Günün birinde
valilerden biri, onların bu hakkını değiştirmek istemişti. İmâm el-Gazâlî de,
"bunun küfür olduğuna" dâir fetva verdi ve şöyle dedi: "Bu bir
küfürdür! Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cennetin
arazîsini iktâ edip verebilirken, dünyâ arazîsini elbette istediğine iktâ edip
verebilir." [19]
Peygamber’in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, Mekke'de savaş yapmasının caiz
olmasıdır. Keza katli caiz olanı orada öldürmesinin, ihrâmsız oraya girmesinin
ve emân verdikten sonra dahî o kişinin öldürülmesine hükmetmesinin kendisi için
mübâh olmasıdır. Halbuki bunlar, başkaları için caiz değildir.
Yüce Allah şöyle buyurur: "And
içerim bu beldeye. Ki sen bu beldede helal iken (bulunacaksın)." [20]
Buhârî ve Müslim Enes'in
şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih
yılı Mekke'ye başında miğferi olduğu halde girdi. Miğferi başından çıkardığı
zaman, O'nun yanına bir adam geldi ve: "İbn-i Hatal, buradadır! Kabe'nin
örtüsüne tutunmuş beklemektedir!" diye haber verdi. Peygamberimiz de:
"Onu öldürünüz!" buyurdu.
Yine Buhârî ve Müslim rivayet
eder, Ebû Şürayh el-Adevî'den: Ben Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) Mekke'nin fethi sırasında şöyle dediğini işittim:
"Mekke, Allah'ın muhterem kıldığı bir şehirdir! Allah'a ve Resûlü'ne îmân
etmiş bir kimsenin burada kan dökmesi, buranın ağacını kesmesi asla helâl
değildir! Eğer birisi çıkar da: "Peygamberimiz böyle yapmıştır!"
diyerek bunun helâl olduğunu söylemeye kalkışacak olursa, siz ona hitaben ve
cevaben deyiniz ki: "Hayır, bunu yapamazsın! Allah bunun için Resûlü'ne
izin vermişti, fakat sana izin vermemiştir." Böyle deyiniz ve ona engel
olunuz."
Müslim Câbir bin
Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: Mekke'nin fethi günü Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem), başında siyah sarık olduğu halde şehre girdi ve ihramh
değildi." [21]
Peygamberimizin özelliklerinden biri de, kendi bilgisi ile kendisi ve kendisine yakınlığı olan biri için hüküm vermesinin caiz olmasıdır. Keza kendisinin lehine ve yakınının lehine birinin şahitliğini kabul etmesi, kendisine verilen hediyeyi alması da böyledir. Fakat başka hâkimler için böyle değildir. (Yani caiz değildir.)
Beyhekî'nin el-Kazâ, (hüküm ve hakimlik) bölümünde ilimle ilgili olarak bir rivayeti var. O bunu, Ebâ Süfyân'ın hanımı Hind'le ilgili hâdisde îrâd etmiştir. Bu rivayete göre Peygamberimiz Hind'e hitaben şöyle demektedir: "Sen, kocan Ebû Süfyân'ın malından, mâruf ve makbul bir şekilde alıp, kendin ve çocukların için harcarsın." İşte bu, Peygamberimiz'in kendi ilmiyle hükmetmesine bir misâldir. Kendisinin lehine hükmetmesi ve kendisinin lehine şahitlik yapanın şahitliğini yeterli saymasının misâllerini de, az ileride göreceğimiz Huzeyme Hadîsi teşkil etmektedir. Kendisi için böyle hükmetmesi caiz olunca, kendisine yakınlığı bulunan birisi için de caiz olacağı anlaşılır. Hediyeyi kabul etmesi hakkındaki haber ise, bundan önce zikredilmiştir.[22]
Evet, Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bunda O'nun için bir mahzur yoktur.
Zira O, başkası gibi değildir. Başkaları ise, öfkeli zamanlarında hüküm ve
fetva veremezler. Zira öfkelerinin tesirinde kalıp, haktan ayrılmalarından
korkulur. Bunu, bu şekiide İmâm-ı Nevevî, Müslim Şerhi'nde
zikretmiştir. Lukata ile ilgili hadîsi şerhederken; "Görüldüğü gibi
Peygamberimiz, soru soranın tekrar tekrar sormasına öfkelendiği halde, fetva
vermiştir" demiştir. [23]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, oruçlu iken hanımını öpmesidir.
O'nun şehveti kuvvetli olduğu halde bu kendisine caizdir. Fakat başkalarına
caiz değil, haramdır. Konumuzla ilgili olarak Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetleri
şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oruçlu iken
hanımını öperdi! Çünkü O, şehvetine hâkimdi. Fakat sizden herhangi biriniz
O'nun nefsine hâkim olduğu gibi, hâkim olabilir mi?"
Müslim'in tek başına Âişe'den
rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oruçlu
olduğu halde hanımını kucaklardı ve sizin içinizde, nefsine en çok hâkim olanınız
da O'dur."
Beyhekî'nin Sünen'indeki Âişe’den olan
rivayeti de şöyledir: “Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oruçlu
olduğu halde beni öper ve dilimi emerdi…”[24]
Mâliki Mezhebi âlimlerinin dediklerine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, ihramda iken üzerindeki kokunun devam etmesidir. Buna delil olarak da, Buhârî ve Müslim'in Âişe'den olan şu rivayetleri zikredilebilir. O şöyle demiştir: "Sanki ben, Peygamber Efendimiz'in bolca sürdükleri kokunun saç aralığından parladığına bakıyor gibiyim! Halbuki o sırada kendisi ihramlı idi..."
Mâlîkî Mezhebi âlimleri demişlerdir ki: îhrâmlandıktan sonra, bu şekilde süründüğü kokunun devam etmesi, Peygamberimiz'e mahsûs bir şeydir. Başkalarına yasak olan bu husus, Peygamber Efendimiz nefsine çok hâkim olduğu için, O'nun hakkında caiz olmuştur. Sonra O'nun güzel kokuyu ne kadar çok sevdiği de malûm... Bu sebeble ve meleklerle haşir-neşir olması hasebiyle, kendisine bu hususta izin verilmiştir..." [25]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de cünüb iken mescidde durmasının caiz
oluşudur. Keza bir özelliği de, uyumakla abdestinin bozulmamasıdır. Bir
özelliği de kadına dokunmakla da abdestinin bozulmamasıdır. Gerçi bunda iki
kavil vardır. Fakat bir kavle göre bozulmaması tercih edilmiş olduğundan bana
göre de doğru olanı budur.
Ebû Ya'lâ, Ömer İbnul-Hattâb'tan
şu rivayeti nakleder: Yâni o şöyle demiştir: "Ali'ye öylesine kıymetli üç
şey verilmiştir ki, bunlardan biri bana verilmiş olsaydı, kırmızı deve sürüsüne
değişmezdim! Birincisi: Fâtıma ile evlenmesi. İkincisi: Mescidde Resûlüllah ile
birlikte cünüb olarak kalmasının helâl olması. Üçüncüsü de: Hayber'de sancaktar
olmasıdır."
İbn-i Asâkir'in Ümmü
Seleme'den olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cünüb veya hayız olanın mescidde
bulunmasının helal olduğunu söyleyemem! Ancak Muhammed ile O'nun zevceleri, Ali
ve Fâtıma için helaldir."
(Beyhekî'nin Sünen'inde Âişe'den
naklettiği rivayet de şu anlamdadır: "Muhammed ve O'nun ev halkından
başkaları için, mescidde cünüb olarak bulunmanın helal olduğunu
söyleyemem.")
Buhâri ve Müslim İbn-i
Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) geceleyin kalkıp abdest aldı ve namaz kıldı. Sonra uyudu.
Hattâ harıldamasını dahî duydum. Sonra müezzin gelip kendisini çağırdı, O da
kalkıp yeniden abdest almadan namazını kıldı." [26]
Bezzâr'ın rivayetine
göre de: "Peygamberimiz secdedeyken uyur, sonra secdeden kalkıp namazına
devam ederdi." [27]
İbn-i Mâce ve Ebû
Ya'lâ İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), sırtüstü uzanır, harıltısı duyulacak şekilde uyurdu.
Sonra kalkar abdest almadan namaz kılardı."
Peygamber Efendimiz'e mahsûs olan bu
hâlin izahı ve sebebi, herhalde O'nun gözlerinin uyur, fakat kalbinin uyumaz
olmasıdır (ki bu sebeble O, abdestini bozacak bir halin olup olmadığını
bilmektedir.)
Yine İbn-i Mâce, Âişe
tarikiyle şu haberi nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), hanımlarından birini öptü ve abdestini yenilemeden kalkıp
namaz kıldı." Diğer bir rivayette ise ifâde şöyledir: "Abdestini
alır, sonra hanımını öper, sonra namazını kılardı. Abdestini ise, bu yüzden
yenilemezdi.,."
Abdü'l-Hakk, bu konuda şöyle der:
"Ben, bu rivayetin terkedümesine sebeb olacak bir illet ve zayıflık
bilmiyorum." [28]
Nesâi sahih bir senedle Âişe'den
rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazân
namaz kılarken önünde ben, bir cenaze gibi uzanmış bulunurdum. Namazını bitirip
de vitir namazını kılmak istediği zaman, ayağıyla bana dokunur, beni
uyandırırdı." [29]
İbnul-Kâs ve Îmâmü'l-Haremeyn'in
dediklerine göre, Peygamberimiz'in bir özelliği de, bazan birisine sebebsiz de
olsa lanet etmesinin caiz olmasıdır. Fakat O, bunun o kimse hakkında rahmet ve
yakınlık vesilesi olmasını da Yüce Allah'tan yalvarıp istemiştir.
Buhârî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
dediğim rivayet etmişlerdir: "Ey Allah'ım, ben, senin indinde bir ahd
ediniyor ve istisnasız olarak bunun aynen ve herkes hakkında kabulünü senden
istiyorum! Ben, her ne zaman senin mü’min kullarından biri için lanet eder, ona
söver veya ezâ edersem, onu döversem; bunu muhakkak o kulun için bir rahmet ve
temizlik vesilesi kıl! O kulunu günahlarından temizleyip, kıyamet gününde sana
yakın eyle! Zîrâ ben de bir kul ve beşerim." [30]
Ahmed'in sahih bir
senedle rivayetine göre, birgün bir vesîle ile Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) Hafsa validemize darılıp kızar ve: "Allah senin elini
kessin" diye söylenir. Sonra da: "Ben, daha önce Rabbim'e yalvarıp,
her ne zaman bir insana beddua edersem, bunun, o insan hakkında günahlarının
bağışlanmasına vesîle olmasını istemiştim" buyurur ve bu suretle,
"Allah senin elini kessin!" diyerek bedduasından korkup titreyen
Hafsa validemizi, teselli eyler."
Taberânî ise
Muâviye'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şu sözünü işittim: "Allah'ım, ben, câhiliye hayatı
yaşayıp sonra müslüman olan bir kuluna, onun câhiliye zamanında beddua etmişsem;
bunu, o kulunun bağışlanmasına ve senin yakınlığını kazanmasına vesile
eyle."[31]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, mal ve mülk sahibi bir kişinin mâl ve mülküne, o kişiden daha layık olmasıdır. Bu durumda, kişinin bir miktar yiyeceği veya içeceği olsa, kendisi de buna şiddetle muhtaç bulunsa, fakat Peygamber Efendimiz bu yiyeceğin veya içeceğin kendisine verilmesini istese; o kişinin bunu vermesi üzerine vâcib olur. Artık o kişi, canını dahî, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) canına feda etmesi gereklidir.
Bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamber, gerçekten inanmış olanlara onların kendi öz canlarından daha yakındır." [32]
Bu âyetin açıklaması sadedinde bâzı âlimlerimiz demişlerdir ki: "Zâlimin biri, Peygamberimiz'in canına kasdetmiş olsa, Peygamberimiz'in yanında bulunan mü’minin, kendi canını feda ederek Peygamberimiz'in canını kurtarması, üzerine vâcib olur. Nitekim Uhud Günü, Talha bin Ubeydullah böyle yapmıştır. Keza bir kadınla evlenmek istese ve bu kadın da başkasıyla elvi olmasa, bu kadının üzerine O'nun evlilik teklifini kabul etmesi vâcib olur. Bir başkasının, bu kadınla evlenmek istemesi de haram olur.[33]
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, dört kadından fazlası ile evlenmenin,
kendisi hakkında helal oluşudur ve bunda icmâ vardır. Bir başkası için dörtten
fazla kadınla evlenmenin haram olduğunda, hiç bir ihtilâf bulunmamaktadır.
İbn-i Sa'd Muhammed
bin Ka'b'ın şöyle dediğini nakleder; "Yüce Allah'ın Kitabındaki bir âyet,
şu anlamdadır: "Allah'ın, kendisine farz kılıp takdir ettiği bir şeyi
yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler
arasında da Allah'ın adeti böyle idi." [34]
İşte bu âyette murâd olunan mânâ:
"Peygamber, kadınlardan dilediği kadar nikahlayıp alır. Bu onun hakkında
Allah'ın bir farzı, takdîr buyurduğu bir emridir. Bu, daha önceki
Peygamberlerde de bir sünnet ve âdet idi" demektir..."
Beyhekî de, aşağıda
mealini verdiğim ayetle ilgili olarak bir kısa açıklama yapmıştır. Önce ilgili
âyetin mealini verelim: "Ey Peygamber, biz mehirlerini verdiğin eşlerini,
Allah'ın sana ganimet olarak verdiği savaş esirlerinden elinin altında bulunan
cariyeleri; amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber
hicret eden kızlarını sana helal kıldık. Bir de kendisini mehirsiz olarak
Peygamber'e hibe eden ve Peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını,
diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsûs olmak üzere helal kıldık..."
[35]İşte bu âyetiyle Yüce Allah, burada sayılanları Peygamberimize, onlardan
herhangi biri bir başkasıyla evli olmamak şartıyla helal kılmıştır ve bu
hususta bir sayı vermemiştir."
Alimlerimiz demişlerdir ki: "Hür
olan, hür olmayana karşı üstünlüğü sebebiyle, köleye mübâh kılmandan fazla
sayıda kadın almaya ehil görülmüş ve dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir.
Peygamberin ise, bütün ümmet üzerine olan üstünlüğü sebebiyle ve vazifesi
icâbı, dörtten fazla evlenmesi mübâh kılınmıştır." [36]
Peygamberimiz'in çok evliliği konusunda
bir beyanda bulunan îmâni-ı Kurtubî Tefsîr'inde şöyle demektedir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çok sayıda
(dörtten fazla) kadınla evlenmiştir. Bunun, birtakım hikmet ve faydaları
vardır. Bunlardan bâzılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
a) Sevgili Peygamberimiz'in bâtınına
ait güzellik ve özellikleri görüp anlatmaları. Zira O'nun zahiri gibi bâtını da
mükemmeldir.
b) İslâm şerîatinin erkekler tarafından
farkedilemeyen kısımlarını, hanımlarının nakletmesi,
c) Yalnız şahıslarla değil, birtakım
kabilelerle de yeni akrabalıklar te'sîs etmesi,
d)
Dünyadan ve düşmanlarından çok çeken Hazret-i Peygamber'in çok
sayıdaki hanımlarının arasında ve onların arkadaşlığında, gönlünün kederlerinin
dağılması...
e) Aynı zamanda Peygamberimiz'in
mükellefiyetlerinin artması, dolayısıyla ecir ve sevabının da artmış olması...
f) Esasen nikahın, Peygamberimiz için
bir ibâdet olması...
Bu konuda bizden önce beyânda bulunan
âlimlerimizden bâzıları demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in eşlerinden Ümmü
Habibe validemiz, Peygamber Efendimizle evlendiği zaman, babası bir Peygamber
düşmanı idi. Safîye validemiz evlendiğinde; babası, amcası ve kocası,
peygamberimiz tarafından öldürülmüş idi. Eğer bu kadınlar, Peygamber
Efendimiz'de bulunan manevî ve bâtıni birtakım güzellik ve özellikler görmemiş
olsalardı; Peygamberimiz'in bütün insanların en kâmili ve üstünü olduğunu
anlamamış bulunsalardı; O'nunla nasıl evlenebilirlerdi? O'ndaki bu güzellik ve
özellikleri görmüş olacaklardır ki, beşeriyet iktizâsı babaları ve diğer
yakınları tarafını tutmamışlardır. Peygamberimiz'i seçip tercih etmişler, O'nun
bâtıni güzelliklerini görmüşler, O'nun çeşitli mucize ve Fevkalâdeliklerine de
muttali olarak, bunları başkalarına aktarmaya, hayırlı ve güzel birer vesile
olmuşlardır..."[37]
Beyhekî Sünen'inde Ebû
Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber'inki (sallallahü
aleyhi ve sellem) müstesna, velîsiz, şahitsiz ve mehirsiz nikah sahîh
olmaz." [38]
Yine Beyhekî, Müslim
tarafından da rivayet edilen şu haberi nakletmiştir: "Enes der ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye ile
gerdeğe girdiği zaman, insanlar şöyle söylendiler: "Acaba Peygamberimiz
Safîye ile evlendi mi, yoksa ümmü veled mi edindi? Eğer onu örtü içine alırsa, onunla
evlenmiş olduğunu anlarız, değilse onu ümmü veled edinmiş olduğu
anlaşılır." Ertesi günü sabahleyin yola çıkılırken Peygamberimizin
Safîye'yi örtü içine aldığı görüldü ve onunla evlenmiş olduğu
anlaşıldı..."
Alimler demiştir ki: "Ümmetten
herhangi birisinin nikâhında, velînin şart kılınması; evlenen taraflar
arasındaki kefâeti (birbirine denk ve akran olmalarını) muhafaza içindir.
Peygamberimiz için ise, bir başkasıyla denklik söz konusu olamaz... Şahitlerin
şart kılınmış olması da, işi sağlama bağlayıp ileride evliliğin inkar
edilmesini önlemek içindir. Peygamber Efendimiz ise, asla inkârda bulunmaz...
Eğer kadın tarafı inkârda bulunacak olsa, bu da nazar-ı itibâra alınmaz... Yâni
bir evlilikte, koca tarafı evliliği ikrar edip duruken, aksine kadın tarafı
inkâr etmeye kalkışsa, bu muteber sayılmaz...
el-Irâkî Şerhu'l-Mühezzeb adlı
kitabında şöyle der: "Kadın tarafı Peygamberimiz'in ikrarim inkâra
kalkışmış olsa, şüphesiz Peygamberimizi yalanlamış olması sebebiyle kâfir
olur." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadını kendisi
adına nikahlar ve her iki tarafın velîsi de kendisi olmuş olurdu. Kadının izni
ve velîsinin izni olmasa da, nikah sahîh olurdu. Zira Yüce Allah, Kitabında:
"Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha yakındır!"
buyurmuştur.[39]
Bir âyet-i celîlesinde de şöyle
buyurmuştur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış
bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
[40]
Beyhekî şöyle demiştir: Allah'ın helal kılması ile kadının O'na, nikâh akdi yapmaksızın helal olmasına göre; kadının iznini almadan nikâhim kendine kıyması da helal olur. Zira bu durumda, ilgili âyetin de işaret ettiği gibi, O'nun nikâhı, o kadını kendisine helal kılan Allah tarafından kıyılmış olmaktadır.
Buhârî Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, diğer Peygamber hanımlarına karşı iftihar eder ve: "Sizleri Peygamber ile kendi ahalîniz evlendirdi. Beni ise, yedi kat semaların ötesinden Allah evlendirdi" derdi.
Müslim'in Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Zeyneb, kocasından ayrılıp iddetini bekledi. İddeti bitince, Peygamberimiz Zeyd'e şöyle dedi: "Zeyneb'e git, beni hatırlat!" Zeyd de gidip ona Peygamberimizi hatırlattı. Zeyneb şu karşılığı verdi: "Ben, Rabbim'e danışıp O'ndan bir işaret almadan, hiç bir şey yapamam." Böyle söyledikten sonra Zeyneb validemiz mescidine çekilip dua ve istihare yaptı... Sonra nazil olan ayette: "Habîbim, onu seninle evlendirdik" buyuruldu. [41] Peygamberimiz de, onun yanına giderek onunla evlenmiş oldu..."
Beyhekî'nin Ali bin Hüseyn'den bu hususta bir nakli var. Bu nakil şu mealdeki âyetle ilgili: "...Habîbim sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyor, insanlardan korkuyordım..." İşte bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Yüce Allah; Peygamberimiz'e, Zeyneb'in kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Zeyneb'in kocası Zeyd de gelip Zeyneb hakkında şikâyette bulununca, Peygamberimiz korkuya kapılıp: "Ey Zeyd, Allah'tan kork! Karim tut, sakın onu boşama" diyordu. İşte Cenâb-ı Hakk, Peygamberimiz'in bu sıradaki korkusunu bildiriyor ve: "Ben sana, Zeyneb'in senin eşin olacağını bildirmiştim. Buna rağmen sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan çekmiyordun" diyor.
(Bu, Beyhekî'nin Ali bin Hüseyn'den bildirdiği bir tefsirdir.) [42]
İbn-i Sa'd, İbn-i Asâkir, Ümmü Seleme'den rivayet eder: "Zeyneb şöyle derdi: "Ben, Peygamber hanımlarının içinde diğerleri gibi değilim! Onlar, Peygamberimiz'e, kendi velilerinin evlendirmesi ve mehr île nikahlanmışlardır. Beni ise, Resûlüllah ile Allah evlendirmiştir! Allah, benim hakkımda Kur'ân'ında âyet indirmiştir. İşte onu, müslümanlar okuyup durmaktadırlar. Daha da okunacak, kıyamete kadar asla bozulup değişmeyecek..." [43]
Yine İbn-i Sa'd ile İbn-i Asâkir, Âişe'den rivayet eder. O şöyle der: "Allah, Zeyneb binti Cahş'a rahmet etsin! Gerçekten o, dünyâda hiç bir şerefin kendisiyle yarış amıyacağı bir şerefe ermiştir. Onu Resûlüllah ile Allah evlendirmiş ve hakkında Kur'ân âyeti inmiştir. Bir gün bizler Resûlüllah'ın yanında idik... Resûlüllah Efendimiz biz hanımlarına dönerek şöyle buyurmuştu: "Benim vefatımdan sonra, bana en evvel geleniniz, eli en uzun olanınızdır! (Yâni en cömert olanınızdır)." Resûlüllah bu suretle ona, kendisine en evvel kavuşacağını müjdelemiştir. Şüphesiz o, Resûlüllah'ın cennette zevcesidir.
İbn-i Cerir, el-Şâ'bî'den nakleder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) nazlanır ve şöyle derdi: "Ey Allah'ın Resulü, ben sana üç şeyle nazlanmaktayım: Bir: Senin dedenle benim dedem birdir. (1068). İki: Beni seninle semâda Allah nikahlamıştır. Üç: Aramızda elçi de Cebrâîl olmuştur..."[44]
Evet, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun nikahının mehirsiz
gerçekleştiği gibi, hibe sözüyle de gerçekleşir olmasıdır. Nitekim Yüce Allah
bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...Bir de kendisini mehirsiz olarak
Peygambere hibe eden ve Peygamberin de kendisini almak istediği inanmış
kadın..."[45],
İbn-i Sa'd,
Muhammed bin İbrahim et-Teymî'den şöy rivayette bulunur: "Ümmü Şerik
adındaki kadın, Peygamber Efendlmiz'e gelerek, kendisini O'na hibe etmiştir.
Peygamberimiz ise bunu kabul buyurmamıştır. Ümmü Şerik de, ölünceye kadar
herhangi bir evlilik yapmamıştır..."
İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin
el-Şa'bî'den rivayetleri de şöyledir: "İlgili âyetin haber verdiği
veçhile, bâzı kadınlar gelir, kendilerini Peygamber Efendimiz'e hibe
ettiklerini söylerlerdi. Peygamberimiz ise bunların bâzısını kabul etmiş, bazılarını
ise kabul etmemiştir, onlarla evlenmemiştir, İşte Ümmü Şerik, kendisini
Peygamberimiz'e hibe edip de O'nunla evlenememiş olan bir kadındır."
Saîd bin Mansûr ve Beyhekî'nin İbni'l-Müseyyeb'ten
rivayeti de şu merkezdedir: "Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi
ve sellem) başka, herhangi bir kimse için, "hibe" şeklinde
evlenmek asla caiz olmaz. Ancak, kendisini peygamberimiz'e hibe eden bir
kadınla evlenmeyi Peygamberimiz'in kabulü hâlinde; kadın tarafın: "Kendimi
Sana hibe ettim!" demesi kâfî olmakla beraber, Peygamberimiz'in: "Ben
de kabul ettim!" demesinin kâfî olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Yâni Peygamberimiz'in
böyle bir durumda: "Ben de seni nikâhıma aldım!" diyerek nikâh sözünü
kullanması şart mı idi? En sahîh kavle göre, evet şart idi. Zira ilgili ayette:
"...Eğer Peygamber de onunla nikahlanmayı isterse..." buyurulmuştur.
[46]demek ki Peygamberimiz için muteber olanı, nikâh kelimesinin kullanılmış
olmasıdır..."[47]
Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden
biri de, hanımları arasında zaman taksimi yapıp buna riâyet etmesinin mecburi
olmamasıdır. Gerçi bu hususta da iki kavîl vardır. Fakat en sahih görülen kavle
göre, böyle nöbet tutması, kendisi için mecburî değildi. İki kavilden seçilmiş olanı ve İmâm-ı Gazâlî'ye göre sahih
olanı budur.
İbn-i Sa'd Muhammed
bin Ka'b'tan şöyle rivayet eder: "Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem), hanımlar arasında yaptığı taksime, tam riâyet edip etmeme
hususunda, bir mecburiyete tabî değildi. Bir taksim ve gün ayırma bulunmakla
beraber, nasıl isterse öyle davranırdı. Hanımları da bunu bilir ve buna razı
olurlardı..."
Alimlerimizin bâzıları da şöyle derler:
"Peygamberimiz'in hanımları arasındaki taksime uyması, O'nun Peygamberlik
vazifesini aksatmasına sebeb olur. Bilindiği gibi Peygamberimiz'in bir gecede
bütün hanımlarını dolaştığı da olurdu. Bu ise, bu hususta bir mecburiyet altında
olmadığını gösterir..."[48]
İbni'l-Kuşeyrî de şöyle demiştir:
"Bu taksime riayet etmesi Peygamberimiz üzerine vâcib idi. Sonra nazil
olan bir âyetle bu mecburiyet kaldırılmıştır..." [49]
Peygamberimiz'in hanımlarının nafakalarını
te’mîn etmekle yükümlü olup olmadığı da tartışılmış ve en sahih görülen kavle
göre, Bunun kendisine vâcib olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İmâm-ı Nevevî de
sahih olan vacîb olmasıdır" demiştir..." [50]
Beyhekî Sünen inde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye yi âzâd edip onunla evlendi. Enes'e sordular ve: "Safîye'ye mehr olarak ne verdi?" dediler. Enes de: "Onu âzâd etmesini, onun mehri saydı" cevabını verdi."
İbn-i Hıbbân şöyle der: Evet Peygamber Efendimiz böyle yapmıştır, fakat bunun kendisine mahsûs olduğuna dâir bir delîl yoktur. O halde bu, O'nun ümmeti için de caiz olması gerekir. Çünkü bunun, Peygamberimiz'in bir özelliği olduğuna dair, yeterli bir delîl mevcud değildir."
Ben de derim ki: İbn-i Hıbbân'ın bu sözü, bana göre de isabetlidir ve fetvaya uygun bir kavildir. İmâm-ı Ahmed ile İshâk'ın mezhebleri de budur.[51]
Buhârî, Hâlid bin
Zekvân'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Muavviz bin Afrâ'nın kızı
Rubeyyi' dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), teşrîf
edip odama girdi ve yatağımın kenarına şöyle oturdu." Kermâni, bu
rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: Bu olay hıcâb hakkındaki âyet
inmezden önce olmuştur. Yahut da, Peygamberimiz fitneden emîn olduğu için,
O'nun hakkında onu görüp bakması caiz olmuştur."
İbn-i Hacer de şöyle
der: Sahih ve kuvvetli deliller ile sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) için, yabancı kadınlara bakması ve onlarla başbaşa kalması,
O'nun bir özelliği idi. Sırf O'na mahsûs olmak üzere, bu caiz idi.
Peygamberimiz'in Ümmü Harâm'ı ziyareti hakkındaki rivayetle ilgili olarak,
söylenecek doğru söz de budur. Zira Peygamberimiz onu ziyaret ettiği zaman,
onun odasına girmiş, orada uyumuş ve Ümmü Haram, Peygamberimizin başına, bit,
böcü-börtü var mıdır diye de bakmıştır. Halbuki Ümmü Haram, Peygamberimiz'in ne
nikâhlısı, ne de mahremi değildi..."
İbnü'l-Mülekkan da şöyle demektedir:
"Neseb ilmine yeterince vâkıf olanlar bilirler ki, Ümmü Haram ile
Peygamberimiz arasında bir yakınlık ve mahremiyet yoktur. Nitekim Hafız
Şerafü'd-Dîn el-Dimyatî de bunu gayet güzel bir şekilde açıklamıştır ve
demiştir ki: "Bu, Ümmü Haram ile onun kardeşi Ümmü Selim'e mahsûs idi. Ümmü
Haram gibi, o da Peygamberimiz'in başına bakıvermiştir."
Yine İbn-i Mülekkan şöyle der:
"Bilindiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mâsûm
idi. Yüceler yücesi Allah, O'nu günahtan korumuştur. Bu sebeble Peygamber
Efendimiz'in, yabancı kadınlarla başbaşa kalmasının, onlara bakmasının, sırf
O'na âit bir özellik olduğu söylenmiştir.[52]
Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur..." [53]
Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir mü’min yoktur ki, dünyâda ve âhirette ben ona, kendi öz canından daha yakın olmayayım."
Yine Buhârî ile Müslim Sehl bin Sa'd'dan şunu nakleder: "Kadının biri Peygamber Efendimiz'e gelip, kendisini O'na hibe ettiğini söyledi. Peygamberimiz de: "Benim kadınlara ihtiyacım yoktur!" buyurdu. Durumu görmekte olan adamın biri: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadını bana nikahla!" dedi. Peygamberimiz de: "Onu sana nikahladım! Bildiğin Kur'ân da, onun mehri olsun!" buyurdu.
İbn-i Cerîr İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birgün halasının kızı Zeyneb'i, delikanlısı (âzadlısı) Zeyd bin Harîse'ye istedi. Zeyneb: "Ben onunla evlenmeyi kabul etmem!" dedi. Onlar ikisi, bu hususu konuşurlarken, yukarıda meali geçen âyet nazil oluverdi. Bunun üzerine Zeyneb: "Ey Allah'ın Resulü, benim için sen Zeyd'e razı mısın?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine Zeyneb: "Ben de Allah'ın Resulü'ne karşı âsi olmam!" dedi ve Zeyd'le evlenmeyi kabul etti..."
İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre Muhammed bin Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, kadının biriyle evlenmek istemiş ve bu isteğini kadına iletmiş. Kadın, onun bu teklifini kabul etmemiş. Aynı kadınla Ebû Bekir ve Ömer de evlenmek istemiş, fakat kadın bunların teklifini de red etmiştir. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) intikâl etmiş, Peygamberimiz Abdullah'a hitaben: "Senin, o kadınla evlenmek istediğini duydum. Doğru mu?" buyurmuş. Abdullah "evet" demiş, Peygamberimiz: "Öyleyse seni o kadınla evlendirdim!" buyurmuş. Bunun üzerine o kadın, Abdullah ile evlenmeyi kabul etmiştir."[54]
Beyhekî İbn-i
Abbâs'tan nakleder: Hazret-i Harazanın kızı Umara Mekke'de idi.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kaza
Umresi için Mekke'ye gidip döndüğü sırada, Umara Ali ile beraber geldi Ali,
Peygamberimiz'e Umara'yı nikahına almasını teklif etti Peygamberimiz de:
"O benim süt kardeşimin kızıdır" buyurarak red etti. Fakat
Peygamberimiz onu, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirdi."
Beyhekî şöyle demiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sırf kendisine
hâs olmak üzere, birinin henüz bulûğa ermemiş kızını, dilediği birisiyle evlendirebilirdi.
Bu, başkaları için caiz olmaz... İşte bunun içindir ki, Hamza'nın kızı
Umara'yı, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirmiştir.
Halbuki Umâra'nın velîsi, Hamza'nın
kardeşi Abbâs idi. Peygamberimiz ise, herkesin velisi durumunda idi. Başkaları
için caiz olmayan, O'nun için caiz idi. Nitekim Seleme bin Ebû Seleme'nin şu
haberi de buna delâlet etmektedir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'yi nikahlamak istedi. Ümmü Seleme: "Beni
sana nikahlayacak velîlerimden kimse, burada hazır değildir" dedi.
Peygamberimiz: "Oğluna söyle, o seni bana nikahlasın" buyurdu. O da
oğlunun velayeti ile Peygamberimizin nikâhına girdi. Halbuki onun oğlu, henüz
baliğ olmamıştı. Bu dahî Peygamberimiz'in bir özelliği idi. Ancak O'nun için
caiz olup, bir başkası için caiz değildir."[55]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, ümmeti adına kurban kesmiş olmasıdır.
Başkası ise, bir başkası adına onun izni olmadan kurban kesemez... [56]Bu
hususta Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), musallada boynuzlu bir koç kurban etti. Sonra şöyle dua
yaptı:
"Allah'ım, bu benden ve benim
ümmetimden kurban kesememiş olanlardandır! Bunu, böyle kabul buyur."
Yine Hâkim'in Âişe ve Ebû
Hûreyre'den rivayeti şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
defasında iki koç birden kurban kesti... Bunlardan birini kestiği zaman şöyle
dedi: "Allah'ım, bunu, Muhammed'in adına ve O'nun ümmetinden olup, Senin
birliğine ve benim Peygamberliğime şahadet getirmiş olan kulun adına kabul
eyle."
Yine Hâkim,
sahihtir kaydiyle Ali bin Hüseyn'den şu haberi nakletmiştir: "Yüce
Allah'ın kitabındaki: "Biz her ümmete, usulüne göre bir ibadet yolu
kılmışızdır" [57]anlamına gelen âyetinde; her ümmetin usulüne göre
kestikleri kurbanlar haber verilmiştir. Nitekim bana bu hususta şöyle bir hadis
de nakledilmiştir: Ebû Râfi'in söylediğine göre: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), boynuzlu ve gayet güzel iki koç kurban etmiş. Birini
kestiğinde şöyle buyurmuş: "Allah'ım, şu, bütün ümmetimden senin birliğine
ve benim Peygamberliğime şahadet edenlerin adına! Bunu böylece kabul
buyur!" Sonra ikincisini kesmiş ve: "Allah'ım, bu da, Muhammed'in ve
O'nun ev halkının adına! Bunu da böyle kabul buyur!" demiştir. İşte,
hutbesini okuyup, Bayram namazını kıldıktan sonra böyle iki adet kurban kesen
Peygamber Efendimiz; sonra bu kestiği kurbanların etinden fakirlere ikramda
bulunmuş, onları yedirip doyurmuştur. Kendisi ve ev halkı da bu kurbanların
etinden yemişlerdir. İşte bizler, senelerde borç ve geçim sıkıntısı nedir
bilmeyiz. Biz Haşim oğullarından hiç biri, kurban kesmez." [58]
İbn-i Seb' de, Peygamberimizin
özelliklerinden biri olarak kim Peygamberimize söver veya O'na hicvederse,
Peygamberimiz tarafından onun öldürülmesinin caiz oluşunu zikretmiştir. Bu da,
Peygamberimiz'in kendisi hakkında (kendisi lehine kendisinin) hüküm vermesinin
caiz oluşuyla da ilgili bir mesele oluyor." [59]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, miras olarak mal bırakmaması; kendisine ait olarak bıraktığı malın, kendisinden sonra O'nun ev halkının nafakası olarak devam etmesidir. Buhârî ve Müslim, bu hususta Ebû Bekir es-Sıddık'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Biz Peygamberler miras malı bırakmayız! Bizim, bıraktığımız mal, ancak sadakadır. Muhammedin ev halkının nafakası ise, bu maldadır," Vallahi ben, Peygamberimiz'in sadakası üzerinde hiçbir değişiklik yapamam! O'nu, Peygamberimizin sağlığındaki hâl üzere muhafaza ederim. Onun üzerinde, ancak Peygamberimizin yapmakta olduğu şeyi yaparım!" [60]
Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre kanalıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu naklederler: "Benim varislerim, benden sonra altın ve gümüş bölüşmezler! Benim bıraktığım mal, ailelerimin nafakası verildikten, resmi görevlilerin maaşları ödendikten sonra, tamamen sadakadır."
Taberânî de İbn-i Ömer'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu: "Senin bana göre yerinin, Hârûn (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'a göre yeri gibi olmasına razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra ne nübüvvet, ne de veraset yoktur. [61]
İbn-i Mâce Ebû'd-Derdâ'dan rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim:
"Alimler, gerçekten Peygamberlerin varisleridirler! Zira peygamberler, miras olarak altın ve gümüş bırakmazlar. Peygamberler ancak ilim mirası bırakırlar. Her kim, Peygamberlerin bıraktığı ilmi alırsa, gerçekten büyük bir nasibe ermiş olur!"
Peygamberlerin, miras olarak mal bırakmamaları üzerinde âlimlerimizin bazı açıklamaları olmuştur. Yani bunun hikmetini beyân sadedinde şöyle demişlerdir:
"Bu hususta birkaç vecih söylenebilir:
Bir: Peygamberlerin yakınlarından birinin, mâlına vâris olmak hırsıyla, o Peygamberin ölümünü istememesi. Ki bu, o kişiyi manen helak eder. Bir Peygamberin malı, kimseye mîrâs kalmayacağına göre, kimse de o Peygamberin bu bakımdan ölümünü istememiş olur.
İki: Peygamberlerden herhangi birinin; vârislerine mal bırakmak için dünyalık peşine düştü, gibi bir töhmet altına bırakılmaması...
Üç: Peygamber öldükten sonra bile, diğerleri gibi, tâm mânâsı ile ölmüş sayılmazlar. Ölmüş sayılmayınca da, mâlına başkası vâris olamaz...[62] İşte bunun içindir ki Îmâmü'l-Haremeyn: "Peygamber ölmüş olmadığı ve diri sayıldığı içindir ki, O'nun malı, kendi mülkiyeti üzerindedir. [63] Aynen O'nun sağlığmdaki gibi, O'nun harcadığı yerlere harcanır ve infâk edilir" demiştir.
İmâm-ı Nevevî ve başka âlimler ise, Peygamberimiz'in vefatından sonra, artık mâlı üzerindeki mülkiyetinin zail olduğunu, bunun bir sadaka olarak intikal ettiğini, O'nun ev halkının nafakası bu maldan verildikten sonra, kalanın bütün müslümanlara sadaka olduğunu kabul etmişlerdir. [64]Buna bakarak bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Burada Peygamberimiz'e ait bir özellik daha bulunmaktadır. O da şudur: Peygamberimize ait mal, O'nun vefatından sonra sadaka olduğu için, Peygamberimiz hakkında, bütün malını tasadduk etmek tasarrufu da doğmuş oluyor. Halbuki bir başkası, kendisine ait olan malın, ancak üç de birini tasadduk etme hakkına sahiptir..." [65]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği olarak, O'nun eşlerinin, mü’minlerin anneleri
oluşu; hem onlara saygı bakımından, hem de kendilerine itaat edilmesi
bakımından anne oluşlarıdır. Yoksa, kişinin kendi annesine nazar etmesinin
mubah oluşu gibi, onlara da nazar etmesinin mübâh olması manasında değildir.
Yani Peygamberimiz'in eşleri mü’minlerin anneleri gibi, muhteremdirler. Hiçbir
kimse, onlardan biriyle evlenemez. Fakat mü’minlerin onlara bakmaları helal
değildir. Tabii Peygamberimizin kendisi de, bütün mü’minlerin babasıdır. Hatta
öz babalarından daha hürmetli ve kıymetlidir. İmâm-ı Bağâvi, bu konuda şöyle
demiştir: "Peygamberimiz'in eşleri, hiç şüphesiz mü’minlerin
analarıdırlar. Fakat bu, onların, mü’minlerin erkeklerinin anaları olup,
onlarla nikahlanmalarının haram oluşu demektir. Binâenaleyh Peygamberimizin
eşleri, mü’minlerin kadınlarının da anaları değildirler."
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Âişe'den
şöyle nakletmiştir: "Kadının biri bir gün bana: "Ey anacığım!"
diye hitab etti. Ben de kendisine: "Ben, sizin erkeklerinizin anasıyım,
yoksa kadınlarınızın anası değilim!" diye karşılık verdim."
Yine İbn-i Sa'd, Ümmü Seleme'nin
şöyle dediğini nakleder: "Ben sizin, erkeklerinizin anasıyım, kadınlarınızın
değil..."
Alimlerimizin bazıları da böyle demişlerdir.
Zira bu, nikah bakımındandır. Yoksa saygı ve itaat bakımından onların; mü’minlerin
kadınlarının da anaları olduğunda şüphe yoktur. Nitekim İmâm-ı Bağâvi, bunu da
açıkça belirtmiştir.[66]
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, eşlerinin dış görünüşü ve endamlarım,
hacetleri için çıktıklarında veya birisi kendilerine bir şey sormaya geldiğinde
göstermelerinin haram olmasıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyiniz!"[67]
Ravza adlı kitabında, el-Râfii ve
el-Beğâvi'ye tabi olarak şöyle denilmiştir: "Hiç bir kimseye,
Peygamberimiz'in eşlerinden şifahen bir şey istemek helal değildir. Ancak perde
arkasından isteyebilir. Fakat başka kadınlarla yüzyüze gelerek konuşup bir şey
istemek caizdir."
Kâdi Iyad ve Nevevi de şöyle derler:
"Peygamberimiz'in eşlerine; üzerlerine perde çekerek yüz ve ellerini dahi
örtmeleri farzdır. Bunda hiç bir ihtilaf yoktur. Onların, bir şahidlik yapma
durumunda bile, el ve yüzlerini açmaları caiz değildir. Bu da Peygamberimiz'in
eşlerinin bir özelliği idi. Zaruret olmadıkça, dış görüntü ve endamlarını belli
etmeleri de caiz değildir. Ancak zarurete binaen bir hacetleri için çıktıkları
sırada müstesna. Tabii bu halde bile, mümkün mertebe örtülü bulunurlar. Bunun
için onlar; insanlardan bazıları kendilerine bir şey istemek veya dini
müşkıllermi sormak için geldiklerinde, perde arkasında oturup onların
isteklerine cavap verirlerdi. Bu şekilde konuşurlardı. Dışarı çıktıkları zaman
da, son derece örtülü olurlar ve de, endamlarını dahi belli etmemek için tedbir
alırlardı. Onlardan Zeyneb validemiz vefat ettiği zaman, nâşının, (tabutunun)
üzerine bir kubbe yapıp örttüler ve böylece onun hiç görülmemesini sağladılar.
(Bu, ilk defa yapılan bir şeydi. Bunun için Ömer (radıyallahü
anh), "Şu cenazenin çadırı, ne kadar da güzeldir!" demekten kendini
alamamıştır.)
Buhârî Âişe'den
nakleder: Hıcab emri geldikten sonra (doğrusu gelmezden önce olacak), Şevde
haceti için dışarı çıkmıştı. Şevde, gösterişli bir bedene sahipti. Gören onu
hemen tanırdı. Bu sırada Ömer kendisini görmüş ve: "Ey Şevde, vallahi sen bizden
gizlenemezsin! Nasıl dışarı çıktığına dikkat et!" diye seslenmiş. Şevde de
derhal geri dönüp durumu Hazret-i Peyğamber'e haber vermiş. İşte bu sırada
yemeğini yemekte olan Peygamberimize hıcâb emri gelmiştir. Peygamberimiz
Sevde'ye cevaben: "Allah, hacetiniz için sizin dışarı çıkmanıza izin
vermiştir" buyurmuştur. [68]
İbn-i Sa'd
Abdurahman bin Avfın şöyle dediğini nakleder: Ömer beni,
kendisinin vefat ettiği sene Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşlerine
hacc yaptırmakla vazifelendirmiş ti. Bunda Osman da vazifeli idi. Osman,
Peygamber eşlerinin önünde gidiyor ve insanların onları görmemeleri ve onlara
yaklaşmamaları için gayret sarfediyordu. Ben de onların arkalarında gidiyor,
insanların onlara yaklaşmalarını önlüyordum. Onlar, binit develeri üzerine
konulmuş hevdecler (kubbeli çadırlar) içinde yolculuk ediyorlardı. Ben ve
Osman, hareket ve konaklama hallerinde kimseyi onların yanına
yanaştırmıyorduk."
(Yine İbn-i Sa'd'ın, Ümmü
Mâbed'den ve Misver bin Mahreme'den de bu mealde bir rivayeti
bulunmaktadır.)[69]
Bu husustaki iki kavilden ikincisine göre, Peygamber Efendimizin bir özelliği de, kendisinden sonra eşlerinin dışarı çıkmasının haram olmasıdır, isterse hacc ve umre için olsun.
İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre'den naklettiği bir habere göre, Peygamber Efendimiz, veda Haca sırasında, kendisiyle beraber bulunan eşlerine hitaben: "Bu, sizin benimle yaptığınız hacc ibâdetidir. Benden sonra sizlere, evlerinizdeki hasır üzerinde oturmak düşer." İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz'den sonra Şevde ve Zeyneb validelerimiz, hacc için yola çıkmayı kabul etmemişler ve: "Peygamber'den sonra biz, evimizden çıkamayız!" demişlerdir. [70]
Yine İbn-i Sa'd'ın İbn-i Sîrîn'den bir haberi var. O şöyle demiştir: "Şevde validemiz bu konuda demiştir ki: "Ben, hacc ve umremi yaptım! Artık Resûlüllah'tan sonra bana, Allah'ın emrine uyarak evimde oturmak düşer." Şevde validemiz, bu hususta Resûlüllah'ın veda haccmdaki buyruğuna uymuş oluyordu. O, ölünceye kadar bir daha hacc yapmamıştır."
İbn-i Sa'd'ın Âişe'den olan rivayeti ise şöyledir: "Ömer, önceleri bizi hacc ve umreden menediyordu. Son senesinde bize izin verdi. Biz de onunla birlikte hacca çıktık... Sonra Osman geldi. Biz kendisinden bu hususta izin istediğimizde: "Kendi re'yinize (dînî ictihâd ve görüşünüze) göre hareket ediniz" buyurdu. Biz de haccettik. Zeyneb ile Şevde ise bize katılmadılar. Biz hacc için çıktığımızda, tamamen örtülü olarak çıktık...
(Selef âlimlerimizden Süfyân bin Uyeyne, Peygamberimiz'in eşlerinin, devamlı bir şekilde iddetini çeken bir kadın durumunda bulunduklarını söylermiş.)[71]
El-Gıtrif, Taberâni ve Ebû
Nuaym'in Selmân-ı Fârisî'den bir rivayetleri vardır ve şöyledir:
Selmân, bir defasında Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girmiş.
Bakmış, Abdullah bin Zübeyr elindeki tastan birşey içiyor. Resûlüllah
kendisine: "Ne yapıyorsun?" buyurmuş: Abdullah şu cevabı vermiş:
"Vücûdumda Resûlüllah'ın kanı bulunsun istedim!" Resûlüllah da ona
şöyle demiştir: "Demekki insanların senden, senin de insanlardan çekeceğin
var! Cehennem ateşi sana, ancak yeminin çözülmesi kadar (üzerinden yani
sırattan geçtiği sırada biraz) dokunabilir."
(Bezzar, Ebû
Ya'lâ, İbn-i Ebî Hayseme, Beyhekî ve Taberânî'nin de
Sefîne'den bu mealde bir rivayetleri bulunmaktadır.)
Hakimin Ebû Saîd
el-Hudrî'den rivayeti ise şöyledir: Uhud'da Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) yaralanmıştı. Babam, Peygamberimiz'in yüzünden çıkmakta
olan kanı yalamış ve yutmuştur. Peygamberimiz de bu hususta: "Her kim,
kendi vücudundaki kanını benim kanımla karıştırmış olan bir kimseyi görmek
isterse, Mâlik bin Sinan'a baksın!" buyurmuştur.
Yine Taberânî, Ebû
Rafı eşi Selmâ'dan şöyle rivayet etmiştir: Ben, Resûlüllah Efendimiz'in
yıkandığı sudan içtim ve bunu Peygamberimiz'e haber verdim. O da buyurdu ki:
"Allah senin bedenini cehennem ateşine haram kılmıştır!"
Buharî ile Müslim'in
Enes'ten rivayetleri ise şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), Kurban Bayramı Günü saçını kestirdiği zaman, kıllarının
insanlara dağıtılmasını emretmiştir. İşte bu sırada Peygamberimiz'in saçının
bir kısmını Ebû Talha almıştır."
Muhammed İbn-i Sîrîn der ki:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) saçının
bir tek kılının yanımda bulunması, benim için dünyâ ve dünyâdaki şeylerden daha
sevimlidir!"
Mezhebimiz âlimlerine göre: Peygamber
Efendimiz'in saçının temiz olduğu üzerinde ittifak vardır. "Diğer
insanların saçları, temiz midir? Yoksa değil midir?" diye olan ihtilâf, Peygamberimiz'in
saçı konusunda söz konusu değildir. [72]
Müslim ve Ebû Dâvûd İbni
Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem): "Kişinin oturduğu yerden nafile namaz kılması, ona
yarım namaz sevabı kazandırır!" buyurduğunu işittim. Birgün O'nun huzuruna
gittiğimde, kendisinin oturduğu yerden nafile namaz kılmakta olduğunu gördüm ve
şöyle dedim: "Ey Allah'ın Resulü, siz kendiniz de oturduğunuz yerden mi
namaz kılıyorsunuz?" O şu karşılığı verdi: "Evet, fakat ben,
sizlerden biri değilim!"[73]
Ahmed'in sahih senedle rivayetine göre, Âişe validemize Peygamberimiz'in oruç ibâdetini sormuşlar. O da: "Siz, O'nun ameli gibi amel mi edebilirsiniz? O'nun bütün gelmişi ve geçmişi bağışlanmıştır! Ve O'nun ameli, kendisi için bir nafiledir!" demiştir.
(Yine Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerine göre, Ebû Ümâme, Bunun böyle oluşunun, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği olduğunu söylemiştir.)
Beyhekî'nin rivayetine göre, meşhur müfessir Mücâhid, Kur'ân-ı Kerimdeki: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak üzere uyan..." [74] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Bunun bir nafile olması, Peygamber Efendimiz'in bir özelliğidir. Bunun da sebebi, Peygamberimiz'in gelmişinin ve geçmişinin affedilmiş olmasıdır. Peygamberimiz; üzerinde farz olanlardan başka ne amel etmisse, bütün bunlar O'nun hakkında bir nafiledir. Çünkü O'nun, bu nafilelere keffâretlenecek günahları yoktur! Diğer insanlar ise, üzerlerinde farz olandan mâada yaptıkları amelleri, birtakım günahlarına keffâret olarak yapmış olurlar. O halde onların nafileleri yoktur (ve onlar, nafile ehli değillerdir.) Bu, sâdece Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs bir keyfiyettir."
Bâzı Kur'ân müfessirleri de, ilgili âyeti açıklarken şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in, farzlardan başka yaptığı amelleri, kıldığı bu teheccüd namazı; O'nun için sırf bir nafiledir. O bununla, fazladan sevâb kazânmış olur. Başkaları ise, bu kabil amelleriyle farzlardaki eksiklerini tamamlamış olurlar. Şüphesiz, Peygamberimiz'in farzlarını edâ edişlerinde de bir eksikliği söz konusu değildir."[75]
Evet, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bu şekilde O'na namazında hitab
ettiği halde, namazının bozulmamasıdır. Halbuki insanlardan bir başkasına bu
şekilde hitâb edemez, namaz kılan... Keza Peygamberimiz'in dâvetine icabet
etmek de, namaz kılan biri için vaciptir. Bununla da onun namazı
bozulmamaktadır. [76]
Buhârî, Ebû Saîd bin
el-Muâllâ el-Ensârî'den şöyle rivayet eder: Ben namazımı kılıyordum. Bu sırada
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni
yanına çağırdı. Ben namazımı kılmaya devam ettim. Namazı bitirdikten sonra
O'nun yanına vardım. O bana: "Çağırdığım zaman, neden gelmedin?"
buyurdu. Ben de: "Namazımı kılıyordum" dedim. O: "Sen, Yüce
Allah'ın: "Ey mü’minler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman
Allah'ın ve O'nun Resûlü'nün dâvetine icabet ediniz!" [77]âyetini bilmiyor
musun?" buyurdu. Bunu takiben de: "Ben sana ayrıca Kur'ân'ın büyük
bir sûresini öğretmek istiyorum!" dedi. Sonra bunu unuttu veya O'na
unutturuldu. Ben ise, kendisinin böyle dediğini hatırlattım. O da buyurdu ki:
"Elhamdü lillahi rabbii-âlemîn!" diye başlayan yedi âyetli Fatiha
Sûresi, büyük bir Kur'ân'dır!"[78]
Peygamberimiz'in bir özelliği de budur.
Keza herhangi bir kimsenin izin almadan Peygamberimizin meclisinden ayrılmasının
caiz olmaması da O'nun bir özelliğidir. Yüce Allah Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Mü’minler o kimselerdir ki,
Allah'a ve Resûlü'ne îmân etmişlerdir. Onlar, toplayıcı bir iş görüşmek üzere
Peygamberin meclisinde bulundukları zaman, O'ndan izin almadan oradan
ayrılmazlar." [79]
İbn-i Ebî Hatim, Mukâtil
bin Hayyâridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), hutbesine başladıktan sonra, herhangi bir' kimsenin,
O'ndan izin almadan oradan ayrılması caiz değildir. Birinin bir zarureti olduğu
zaman, ayağa kalkıp parmağıyla işaret eder, Peygamberimiz de ona izin verirdi.
Zira Peygamberimiz Cuma hutbesini okurken izin almadan çıkanın Cuması bâtıl
olurdu."[80]
Evet, Peygamberimiz üzerine yalan uydurmak, başkası hakkında yalan uydurmak gibi değildir. O'nun hakkında yalan uyduranın, O'nun hakkındaki konuşmasına bir daha inanılmaz! Tevbe etmiş bile olsa rivayetleri red edilir.
Buhârî ve Müslim Muğire bin Şûbe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurdular:
"Benim üzerimden yalan uydurmak, bir başkası üzerinden yalan uydurmak gibi değildir! Her kim benim hakkımda bilerek yalan söylerse, cehennemdeki yerine şimdiden hazırlansın!"
İmâm-ı Nevevî ve diğerleri der ki: Peygamberimiz'e karşı yalan söylemek, büyük günahlardan olup, küfür değildir. Cumhur'un kavli ve sahih olan budur. Cüveynî ise, "Tevbe etmiş bile olsa, bu bir küfürdür!" demiştir. Bir topluluk ki, İmâm-ı Ahmed, el-Sayrafî ve daha başkaları bu topluluktandır; O kişi, tevbe edip hâlini düzeltse bile, ebediyen onun rivayetleri kabul eâilmez! Bir başkası hakkında yalan söyleyen ise böyle değildir. Yalanın dışındaki diğer günahlar da böyle değildir. Bunlardan samîmi olarak tevbe ettiği zaman, fâsıklık sıfatı o kişinin üzerinden düşer. Hadîs ilminde muteber ve mûtemed söz de budur. Nitekim ben bunu, Şerhu't-Takrîb adlı kitabımda da güzelce açıklamıştım... Her ne kadar Nevevî, bunun aksini tercih etmişse de..." [81]
Keza O'nun huzurunda sesini O'nun
sesinden fazla çıkartmak, O'nunla bağırarak konuşmak, Ona evin ötesinden
çağırmak ve uzaktan kendisine nida etmek de haramdır. Yüce Allah, Kitabında şöyle
buyurur:
"Ey îman edenler! Allah'ın ve
Resûlü'nün huzurunda öne geçmeyiniz. Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah,
işitendir, bilendir. Ey inananlar, seslerinizi Peygamber'in sesinden daha fazla
çıkartmayınız. O'nunla, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, yüksek
sesle konuşmayınız. Yoksa farkına varmaksızın amelleriniz boşa gider. Allah'ın
elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki, Allah onların
kalblerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için büyük bir mağfiret ve büyük
bir mükâfat vardır. Ey Muhammed, odaların arkasından sana bağıranların çoğu,
düşüncesiz kimselerdir. Onlar, sen onların yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi,
elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir." [82]
Ebû Nuaym'in
rivayetine göre İbn-i Abbâs: Nûr Sûresi'nin 63. âyeti ki şu
mealdedir: "Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerim
çağırması gibi tutmayın..." O bunu açıklarken şöyle demiştir:
"Allah'ın bu nehyinden muradı, tâ uzaktan: "Ey Eba'l-Kâsım!"
diye bağırmaktır, İşte böyle bağırmak, bu âyetle yasaklanmıştır. Bilakis
seslerini kısmaları emredilmiştir."
Alimlerden bâzıları:
"Peygamberimiz'in kabri yanında da sesi yükseltmek mekruhtur. Zira Hazret-i
Peygamber'e karşı vefatından sonraki hürmet, vefatından önceki
hürmet gibidir" demişlerdir.
İbn-i Humeyd şöyle rivayet eder:
Abbasî halîfelerinden Ebû Cafer
el-Mansûr, Resûlüllah Efendimiz'in Mescid'inde İmâm-ı Mâlik ile münazara
ediyordu. Halîfenin etrafında o gün tam beşyüz silâhlı asker vardı. İmâm-ı
Mâlik ona dedi
Hutbe okunurken konuşanın veya kalkıp
gidenin Cumasının bâtıl olması için imamın, Peygamberimiz olması şartı yoktur.
Bir başka imamın hutbesinde böyle yapanın da, Cuma fazileti zayi olmuştur.
Yoksa namazı kökten bâtıl ve fâsid olmaz. ki: Ey mü'minlerin emîri, konuşmanı
yaparken, bu Mescid'de dikkat et! Sesini yükseltme! Çünkü Cenâb-ı Hakk, bir
âyet-i kerimesiyle bunu nehyetmiştir. Bir âyetinde de: "Peygamber'in
yanında konuşurken seslerini kısanlar" buyurarak, böyle yapanları övmüştür.
Bir âyetinde de: "Odaların arkasında sana bağıranların çoğu, düşüncesiz
kimselerdir" buyurularak, böyle yapanları da kötülemiştir. Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) karşı hürmetimiz, O'nun sağlığında O'na karşı olan hürmet
gibidir!"
Mansûr, İmâm-ı Mâlik'ten bu nasihati
sükûtla dinlendi ve ona itaat etti..."[83]
Sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Ebû
Berze'den rivayet eder. O şöyle der: Adamın biri, Ebû Bekir'e sövdü. Ben de Ebû
Bekir'e: "Ey Resûlüllah'ın hâlifesi, bunun boynunu vurayım mı?"
dedim. O ise şu karşılığı verdi: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'den başkasına söven birisi, bu suçu sebebiyle
öldürülemez!"
(İbn-i Adiyy ile Beyhekî'nin Ebû
Hüreyre'den olan rivayetleri de bu merkezdedir.)
Beyhekî İbn-i
Abbâs'tan nakleder: Amâ biri vardı. Onun da bir ümmü veledi
vardı. Bu çocuklu câriye, durmadan Peygamberimiz'e söverdi. Bir gün âmâ bunu
öldürdü. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz
edildi. Peygamberimiz de onun kanının heder olduğunu bildirdi."[84]
Yüce Allah Kerim Kitabında şöyle buyuruyor:
"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısını akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Resûlü'nden, Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise; o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz! (Başınıza gelecekleri göreceksiniz!) Allah yoldan çıkmışları doğru yola iletmez!" [85]
Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
"Ben bir kimseye, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse mü’min olamaz!"
İbn-i Mülakkan el-Hasâis adlı kitabında şöyle demiştir: "Bütün müslümanlara, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbetin en yüksek derecesiyle sevmeleri vaciptir."
İbn-i Mâce ile Hâkim, Abbâs bin Abdü'l-Muttalib'ten, onun şöyle dediğini nakleder: Biz Kureyş'ten bir topluluğa uğradığımız zaman, onlar biz geldi diye konuşmayı keserlerdi. Biz de bunu Resûlüllah'a şikâyet ettik. O, bunun üzerine buyurdu ki: "Bu adamlara ne oluyor ki, kendi aralarında konuşuluyorken, benim ehl-i beytimden biri geldi diye kelâmı kesip susuyorlar? Vallahi kişi benim ehl-i beytimi sevmedikçe, îmân onun kalbine girmez! Müslümanlar, benim ehl-i beytimi Allah ve Resûlüllah için seveceklerdir!"
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "îmânın alâmeti ensârı sevmektir! Münafıklığın alameti de ensâra buğz etmektir!"
İbn-i Mâce'nin Berâ'dan naklettiği hadîs de şu mealdedir: "Kim ensârı severse, Allah da onu sever! Kim ensâra buğzederse, Allah da ona buğzeder."[86]
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de
budur. Fakat başkalarının kızlarının evlâdı kendisine değil de, o kız evlâdın
kocası tarafına nisbet edilir. Bu, neseb bakımından böyle olduğu gibi, kefâette
(evlenme sırasında aranan, tarafların birbiriyle denk olup olmamaları
meselesinde) de böyledir.
Hâkim'in Câbir'den
naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Her anadan doğan çocuk için, onun bir asabası: (babası
tarafından bir yakını ve velîsi) vardır. Ancak kızım Fatîma için başka. Onun
çocukları Hasan ve Hüseyn'in velîleri ve asabası ise benim."
(Bunun bir benzerini Ebû
Ya'lâ da rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhekî,
Peygamberimiz'in Hasan hakkında: "Bu benim oğlum, seyyiddir"
buyurduğunu rivayet ettiği gibi; Hasan doğduğu zaman Ali'ye hitaben:
"Benim oğlumun adını ne koydun?" dediğini rfvâyet etmiştir. Yine buna
benzer bir haberi, Hüseyn'in doğumuyla ilgili olarak da rivayet etmiştir.[87]
Buhârı'nin Misver bin Mahreme’den rivayetine
göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde
şöyle buyurmuştur: "Hişâm bin Muğîra Oğulları, kızlarından birini Ali'ye
nikahlamak üzere benden izin istiyorlar! Ben bu hususta izin vermem, izin
vermem! Ancak Ali, benim kızımı boşamak isterse boşar, onların kızıyla
nikahlanır! Haberiniz olsun ki, Fatıma benim bir parçamdır, onu rahatsız edip
üzen şey, beni de rahatsız edip üzer."
İbn-i Hacer şöyle
der: "Bunun, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir
özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu söz, hakikatten uzak değildir," [88]
Haris bin Üsâme, Ali bin Hüseyn'den
şöyle rivayet eder: Ali bin Ebû Tâlib, Ebû Cehl'in kızı ile evlenmek istedi.
Peygamberimiz ise: "Hiç bir kimse, Allah düşmanının kızını, Allah
Resülü'nün kızının üzerine nikâh edemez!" buyurdu.
Ahmed, Hâkim ve Beyhekî
Ubeydullah bin Ebû Râfi kanalıyla Misver'den şöyle nakleder: "Hasan bin
Hasan, bana bir elçi göndererek kızımla evlenmek istediğini bildirdi. Ben de bu
teklifi iyi karşıladım. Fakat şu karşılığı verdim: "Vallahi sizin haseb ve
nesebiniz kadar bana sevgili olan bir haseb ve neseb yoktur. Fakat ben
Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) -şöyle
buyurduğunu biliyorum: "Fatıma benden bir parçadır! Onu rahatsız eden şey,
beni de rahatsız eder!" Buna göre ve sizin nikâhınızda onun kızı
bulunduğuna göre, teklifinizi nasıl kabul ederim? Aksi halde Fâtıma'nın kızını
üzmüş olmaz mıyım?" [89]
İbn-i Asâkir el-Hâris kanalıyla Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana kız veren veya benden (benim soyumdan) kız alan biri, cehenneme girmez!"
el-Hâris bin Ebû Üsâme, Hâkim, İbn-i Ebî Evfâ'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Allah'a dua edip ümmetimden bana kız veren veya benden kız alan birinin, cennette benimle beraber olmasını istedim. Allah da bu duamı kabul etti..."
İbn-i Râhûye, Beyhekî ve sahihtir kaydıyla Hâkim Ömer bin el-Hattâb'tan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "Ben Ali'ye gidip kızı Ümmü Gülsüm'ü istedim. O da kabul ederek onu benimle evlendirdi. Ben muhacirinin yanına gidip: "Sizler beni, Fâtıma'nın kızı Ümmü Gülsüm'le evlendiğimden dolayı tebrik etmeyecek misiniz? Ben vaktiyle Resûlüllah'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Kıyamet günü, bütün sebeb ve nesebler kesilmiş olacaktır! Benim sebebim ve nesebim ise kesilmeyecektir!" İşte ben, Peygamber Efendimiz'in bu sözünü hatırlayarak, Ümmü Gülsüm'le evlendim ve bununla, Resûlüllah ile kendi aramda (kıyamet günü bana fayda verecek) bir yakınlık kurmak istedim!" [90]
İbn-i Sa'd Enes'ten
rivayet eder. O şöyle der; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün Resûlüllah" nakşım işletti ve
şöyle buyurdu: "Biz, bir yüzük (mühür) yaptırdık ve üzerine bir nakış
işlettik. Hiç bir kimse, sakın bunu taklîd etmesin!" [91]
(İbn-i Sa'd, bu
mealdeki bir rivayeti de, Tâvûs'tan nakletmiştir.)
Buhârî de Târih'inde
Enes'ten rivayet eder; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Sakın, müşriklerin ateşiyle aydınlanmaya kalkışmayınız ve yüzüklerinize
benim yüzüğümdeki yazıyı kazıtmayınız!"[92]
Evet Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, korku namazıdır. Bu, bâzılarının
mezhebine göre böyledir. Bunların içinde, İmâm Ebû Hanîfe'nin arkadaşı
(talebesi) İmâm Ebû Yusuf da vardır. Bunların mezhebine göre, delîl şu mealdeki
âyettir: "Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit,
onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..." [93] İşte bu âyet,
korku namazı kılınması için, Peygamberimiz'in de onların içinde bulunmasını
kayda bağlamıştır. [94] Buradaki mânevi hikmet ise şudur: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılmağa, hiç bir fazilet eş olamaz! Bu
sebepledir ki, namazın asıl nizâmından farklı olarak korku namazı şeklinde
kılınması caiz olmuştur. Peygamberimiz'in yerine geçen halîfe ve imamlardan
herhangi biri ise, asla O'nun gibi olamaz, O'nun makamını tutamaz...
Binâenaleyh, korku namazı, O'nun bir özelliği olmuş bulunur."[95]
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, kendisinin her günahtan korunmuş olmasıdır. Evet O, küçük olsun, büyük olsun; bilerek veya unutarak olsun, her günahtan korunmuştur. Yüce Allah bu hususta Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." [96]
Sübkî Tefsîr'inde der ki: "Peygamberlerin mâsûm olduklarında, ümmetin icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, Allah'ın dînini tebliğ ederlerken, bununla ilgili vazifelerini yaparken, asla yanılmazlar. Burada, herhangi bir ihtilaf yoktur. Keza Peygamber; büyük günahlardan ve kendilerini küçük düşürecek küçük günahlardan da masumdurlar. Küçük düşürmeyecek durumdaki bir küçük günaha devam etmekten de masumdurlar. İşte bunların dördü de, ümmetin üzerinde icmâ ve ittifak ettiği hususlardır. İhtilâf sâdece onların makam ve mertebelerine aykırı düşmeyecek olan bâzı küçük günahlar üzerindedir. Mutezile Mezhebi mensubları ve daha pek çokları, bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat seçilen kavil, bunun dahî caiz olmadığıdır. Zira Peygamberler, bizim kendilerine uymakla yükümlü bulunduğumuz kimselerdir. Onlardan sâdır olan her şeyde, onlara uymakla mükellefiz Onlardan, lâyık olmayan bir şey, nasıl sâdır olabilir? Bunu, Peygamberler hakkında caiz sayan kimse; bir delile veya nassa dayanarak caiz saymış değildir. Onlar bunu, ancak yukarıda meali geçen âyetten almışlardır. Ben ise bu âyeti, ondan önceki ve ondan sonraki âyetlere de dikkat etmek şartıyla güzelce inceledim. Gördüm ki, bu âyetten sâdece bir mânâ anlaşılmaktadır. O da şudur: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir günâhı bulunmadığı halde, sırf O'nu şereflendirmek için böyle buyurulmuştur." Bunu biraz açıklamak gerekirse, şöyle dememiz mümkündür: Yüce Allah, sevgili Resûlü'ne: "Tâ ki Allah, senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." buyurmakla, kullarına olan bütün uhrevî nimetlerini tamamlamak istemiştir. Bu nimetler de iki kısımdır: Birincisi, selbiye ki, günahların bağışlanması demektir. İkincisi de, subûtiye ki, bitmez tükenmez nimetlerdir.
İşte buna işaretle Yüce Allah: "Ve sana olan nimetini tamamlasın" buyurmuştur. Düşünürsek, bütün dünyevî nimetler de iki kısımdır: Birincisi, dînî, ikincisi de sırf dünyevîdir. Dînî nîmet ki, buna da Yüce Allah; âyetteki: "Ve seni dosdoğru bir yola hidâyette kılsın" cümlesiyle işarette bulunmuştur. İkincisi ki biz ona "dünyevî nîmet" dedik. O da Yüce Allah'ın; bundan sonraki âyetinde: "Ve Allah sana, şanlı bir zafer versin" buyruğundan anlaşılmaktadır.
İşte Yüce Allah'ın başkalarına, parça parça, kısım kısım verdiği nimetlerin bu suretle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde toplandığını, O'nu tâzîm ve teşrifin bu şekilde en güzel kıvamına erdiğini görüyoruz... Ve İşte bunun içindir ki nimetlerin böylece tamamlanması, Peygamber Efendimiz'e nisbet edilen o büyük fethin de gayesi kılınmıştır ve böylesine bir fetih ve mazhariyette, ancak Peygamberimiz'e verilmiştir. İbn-i Atıyye'nin daha önce yaptığı açıklama da, O: "Bu, bu hüküm ile O'nu son derece şereflendirmekten ibarettir. Yoksa herhangi bir günah yoktur" demiştir. [97]
Eğer, "hadd-i zâtında günâhın sâdır olması caizdir" denilecek olursa; "Caiz bile olsa, vâki değildir!" diyerek cevap veririz. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur, Bunun aksi, nasıl düşünülebilir? O Zât-ı Pâk ki, Yüce Allah O'nun hakkında: "O, nevadan konuşmaz. O, kendisine vahyedilen vahiyden başka birşey değildir" buyurmuştur. [98] Sonra fiile gelince: Peygamberin her yaptığına, az olsun çok olsun, küçük olsun büyük olsun, her işlediğine uyulayacağına dair ashâb-ı kiramın icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, bu hususta herhangi bir ihtilafa ve duraksamaya meydan vermemişlerdir. Hatta onlar, Peygamberimizin kapalı ve halvet hallerinde geçen âmellerini dahi öğrenmek için çok istek ve himmet göstermişlerdir. Peygamberimiz kendilerine öğretmemiş olsa bile, onlar öğrenmek için can atmışlardır. Bir kimse eğer Ashab-ı Kirâm'ın bu husustaki dikkat ve himmetine dikkat eder, onların Peygamberimizle beraber oldukları ve yaşadıkları hallerini güzel anlarsa; herhalde bizim burada söylediğimizin tersine bir şey düşünmekten haya eder." [99]
(Sübki'nin, bu husustaki açıklaması burada sona erdi.)
Hâkim, sahihtir kaydiyle Amr bin Şuayb'ten, o da babası vasıtasıyla dedesinden rivayet eder ve şöyle der: "Ben bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) sordum ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, senden her duyduğumu yazmam için izin verir misin?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Ben: "Neşeli olduğunuz halde de, gadaplı olduğunuz halde de yazabilir miyim?" diye tekrar sordum. Peygamberimiz de: "Evet, zira neşeli ve gadaplı olduğum hallerde de, hak olandan başkasını söylemem" cevabını verdi.
İbn-i Asâkir de Ebû Hüreyre'den nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, hak olandan başkasını söylemem" buyurdu. Ashâb: "Senin bazan bizimle şakalaştığın da oluyor?" diye sordu. Peygamberimiz: "Evet, ben hak olandan başkasını söylemem!" diye tekrarladı."[100]
İbni's-Sübki, Cem'ul-Cevamî adlı
eserinde şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), masum
bulunduğu için, haram veya mekruh bir iş yapmaktan münezzehtir. Bizim
hakkımızda mekruh olan şeylerden bazen birini yapmış olması, o şeyin caiz
olduğunu bizlere bildirmek içindir. Bu, O'nun hakkında vâcibdir. O, bu suretle
o şeyin câizlik hükmünü tebliğ etmiş olmaktadır. Yâhud da onu, bir fazilet
olarak yapmış olabilir. Bu taktirde yâ vacibi yapmış olmanın sevabını, yâhud da
bir fazilet sevabını kazanmış olur."[101]
Gerek Peygamberimiz, gerekse diğer
Peygamberler; cinnet getirip mecnun (deli) olmaktan korunmuşlardır. Zira
delilik, bir insan için çok büyük bir noksanlıktır. Deli bir insan asla
Peygamber olamaz! Bir peygamber de asla delilik noksanlığına düşemez. Allah
onları bu gibi noksanlıklardan korumuştur. Ancak Peygamberler de beşer
oldukları için, maddi ve bedeni bazı sebeblerle bayılmaları caizdir. Bayılma,
bir nevi hastalıktır. Peygamberler de hasta olurlar.
Şeyh Ebû Hamid (el-Gâzali) şöyle der:
"Evet Peygamberler için bayılmak caizdir. Fakat onların bayılmaları, kısa
sürer. Onlar, uzun müddet baygın kalmaktan da masumdurlar." El-Bülkini de
bu görüşe katılmıştır ve Havaşi'r-Ravza'da buna kesin olarak hükmetmiştir.
Sübki ise, Peygamberler için hasıl olan
iğmânın (bayılmanın), diğer insanlar için hasıl olan iğma gibi olmadığına
tenbihde bulunmuştur. Bunun, sadece insanın maddi ve zahiri duygularına galebe
çalan acı ve ağrılar neticesi hasıl olduğunu, yoksa bu sırada Peygamberlerin
kalblerine bir baskı olmayacağını bildirmiştir. Bunun sebebim açıklarken de
şöyle demiştir: "Zira bilinmektedir ki, Peygamberlerin uyurken bile
kaibleri değil, gözleri uyur. Onların uykudan muhafaza edilen kalbleri,
herhalde bayılmadan da muhafaza edilmektedir. Evlâ ve layık olan budur."
(Bu, Sübki'nin sözü idi, burada bitti
ve kanaatimizce, çok nefis bir açıklama idi.)
Peygamberler hakkında meşhur olan;
onların rü'yada ihtilâm olmaktan da mahfuz olmalarıdır. Nitekim İmâm-ı Nevevi
Ravza adlı kitabında bunun, onlar için mümteni' olduğunu bildirmiştir.
Sübki ayrıca Peygamberler için amalığın
da caiz olmadığını söylemiş ve şöyle demiştir: "Amalık da bir noksanlıktır
ve hiç bir Peygamber âmâ değildir. Gerçi, Şuayb (aleyhisselâm)'ın âmâ
olduğunu rivayet ederler. Fakat bunun aslı yoktur. Yâkup (aleyhisselâm)'a
gelince: Onunkisi de bir âmâlık değildi. Gözüne bir perde inmişti, sonra da bu
zail olup gitti." [102]
Taberani, Muâz bin Cebelin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber Efendimiz'in rüyada ve uyanık iken her gördüğü haktır!" Hâkim'in tahririne göre de İbn-i Abbâs: "Peygamberlerin rüyası, ilâhi bir vahiy'dir!" demiştir.[103]
Buhârî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurdular:
"Beni rü'yasında gören, gerçekten
beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime temessül edemez (benim suretimde
görünemez)!" [104]
Kadı Ebû Bekir bu konuda kısa bir
açıklamasında demiştir, ki: "Bu hadisin manası, rüyasında Peygamberimiz'i
gören kişinin gördüğü bu rüya, gerçek bir rüyadır. Azğas u ahlâm değildir. Yani
hiçbir mana ifade etmeyen karışık hayallerden ibaret değildir. O kişinin
gördüğü bu rü'ya sahih ve sâlih bir rü'yadır."
Diğer bazı alimler de: "O'nu
rü'yasında gören, hakikaten onu görmüş olur" demişlerdir. [105] Bazıları
ise; "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği
olarak, O'nu rüyada görenin bu rü'yası, gerçekten sahih bir rüyadır. Zira
şeytan onun suretine giremez. Şunun için giremez ki, şeytanın Peygamberimiz'in
dilinden birtakım yalanlar uydurmasına ve bu yolla bir müslümanı rü'yasında
sapıtmasına imkan kalmaya... Nitekim şeytanın, Peygamberimiz'in suretine girip
de uyanık olan bir müslümana "ben senin Peygamberinim" diyebilmesine
de imkan verilmemişti. Bunda, hem Peygamberimiz'in kerem ve şerefinin
büyüklüğü, hem de onun ümmetine bir büyük iyilik ve ikram vardır."
İmam-ı Nevevi'nin Müslim
Şerhi'ndeki açıklaması ise şöyledir: Bir kimse rü'yasında Peygamber'i (sallallahü
aleyhi ve sellem) görse ve rüyasında Peygamberimiz kendisine bir şey emretse,
bu şey de aslında dinimizin teşvik ettiği amellerden bulunsa; yahud
Peygamberimiz kendisini bir işden menetse, bu şey de aslında menedilen
şeylerden olsa; bu taktirde bu rü'yayı gören kişiye O'nun bu emri veya nehyi
ile amel etmesi müstehab olur." [106]
Fetâvâ'l-Hannâti adlı kitapta da şöyle
denilmektedir: "Bir kimse, rü'yasında Hazret-i Peygamber'i, O'nun
hakkında kitapların verdikleri bilgilere uygun bir şekilde görmüş olsa ve O'na
bir meselenin hükmünü sorsa, Hazret-i Peygamber de
kendisine, kendisinin takip ettiği mezhebe aykırı bir şekilde cevap vermiş
olsa; fakat verilen bu hüküm dinin naslarına ve icmâa muhalif bulunmasa; bu
rüyayı gören kişi nasıl hareket edecektir? İşte bu hususta iki vecih vardır.
Birincisi: "Hazret-i Peygamber'in, rü'yasında kendisine söylediği
sözüyle emel eder. Zira O'nun sözü mezhepten ve kıyastan önce gelir"
şeklindedir. İkinci vecih ise: "Hayır onunla amel etmez. Zira kıyas
delildir. Rüyalar ise şer'i bir delil teşkil etmez. Bir rü'yaya dayanarak delil
terk edilemez" şeklinde ifade edilmiştir."
Üstâd Ebû İshâk el-İsferâini’nin
Kitâbü'l-Cedel'inde ise şöyle denilmektedir: "Rü'yasında Peygamber'i (sallallahü
aleyhi ve sellem) görüp de O'ndan bir emir almış olan bir kimsenin, bu emre
uyup uymayacağı hakkında iki kavil bulunmaktadır. Birincisine göre uymaz. Bunun
açıklamasında ise: "Çünkü rü'yâda aldığı emir veya nehiy hakkında tam bir
kanâat hasıl edemez. Yoksa rü'yânın kendisi hakkında şek ettiği için değil...
Nitekim râvîlerin rivayet yollarıyla gelen haberler için de, âkil ve âdil
râvîlerin, o haberi güzelce zapt etmiş olmaları aranmaktadır. Uykuda rü'yâ
görenin ise, bu hususta ve bu şekilde bir garantisi yoktur..."
Kâdî Hüseyn'in Fetâvâ'sında da böyle
denilmiştir ve misâl olarak Hilâl meselesi ele alınmış ve şöyle açıklama
yapılmıştır: "Meselâ birisi Şâbân'ın otuzuncu gecesi rü'yasında Ramazan
Hilâli'ni görse ve ertesi günün Ramazan olduğu kabul edilir mi? Önceki meselede
kabul edilmediği gibi, bu meselede de kabul edilmez..."
Kâdî Şürayh'a âit Ravdatü'l-Ahkâm adlı
kitapta yapılan bir açıklama şu merkezdedir: "Birisi rü'yasında Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem)'i görse ve Peygamber kendisine: "Falancaya söyle,
onun falancaya şu kadar borcu vardır!" dese, bunu işiten için, bu şekilde
amel edip şahitlik yapma yetkisi ve vazifesi var mıdır? İşte bunda dahî iki
vecîh ileri sürülüp ihtilâf edilmiştir." [107]
Yüce Allah buyurur: "Allah ve
melekleri, Peygambere salât etmektedir! Ey mü’minler, siz de O'na salât edin
(O'nun sânim yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle O'na selâm edin!"[108]
Müslim Ebû Hüreyre'den
rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir
hadîslerinde buyurur: "Bana her kim bir salât ederse, Allah o kuluna tam
on salât eder!"
Hâkim, sahihtir
kaydiyle Ebû Talha'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem), bir defasında şöyle haber verdi: "Bana bir melek
gelip: "Rabbin sana buyurdu: Habibim, sen razı değil misin ki, senin
ümmetinden her kim sana bir salât etse, ben ona tam on salât (rahmet) ederim!
Sana bir selâm etse, ben ona tam on selâm ederim!"
Taberânî'nin Ömer bin
el-Hattâb'dan rivayeti de şöyledir: Bir defasında Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana bir melek gelip: "Sana ümmetinden
her kim bir salât etse, Allah o kuluna on salat eder ve onun derecesini de on
derece daha yükseltir."
Kâdi İsmail, Abdurrahman bin Amr'dan
şöyle nakleder: Kim, Peygamber Efendimiz'e salât ederse, Allah onun için on
hasene sevabı yazar, onun on günahını affeder. Derecesini on derece daha
yükseltir!"
İmâm el-İsbahânî el-Tergib adlı
eserinde Sa'd bin Umeyr tarikiyle onun babasından şöyle nakleder:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün
bana dedi ki: "Ümmetimden kim bana tam bir ihlas ve sıdk ile bir salât getirirse,
Allah ona tam on salât eder. Derecesini on derece daha yükseltir. Bu yüzden
kendisine on hasene sevabı yazar."
Ahmed, İbn-i
Mâce Amir bin Rabia'dan nakleder. O şöyle der:
Ben,-Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
dediğini işitmişimdir: "Kim bana salât ederse, o kul bana salât ettiği
müddetçe Allah'ın melekleri de ona salât (istiğfar) ederler. Böyle olunca,
ümmetimden biri, bana olan salât ve selâmını, isterse azaltsın, isterse
çoğaltsın."
Tirmizi ve İbn-i Hibban İbn-i
Mes'ud'dan nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu: "Kıyamet gününde insanların bana en yakm
olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir!"
Ahmed, Tirmizi, Hüseyn
bin Ali'den onun şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Pahil (cimri) kimse, o kimsedir ki; ben
onun yanında anılırım da, bana salât etmez!"
İbn-i Mâce de İbn-i
Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Rasulullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana salât getirme hususunda gaflet eden
kişi cennete giden yolu unutmuş demektir." [109]
Tirmizi, Ebû Hüreyre'den nakleder:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Bir topluluk ki, bir yere toplanırlar ve fakat dağılıncaya kadar ne
Allah'ı zikrederler, ne de O'nun resûlü'ne salât getirirler. İşte bu onlar için
kıyamet gününde büyük bir pişmanlığa sebep olacaktır. Allah dilerse onlara azab
edecek, dilerse kendilerini bağışlayacaktır." [110]
Kâdi İsmail Salat ü Selâm'ın Fazileti
adlı eserinde, Zeyd bin Talha'nın oğlu Yâkûb'tan şöyle nakleder:Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana Rabbimden bir melek gelip şunu tebliğ
etti: Sana her kim bir salât getirecek olursa, muhakkak Allah o kimseye tam on
salât edecektir!" Peygamberimiz bunu söyleyince adamın biri kalkıp:
"Ey Allah'ın Resulü, duamın yarısını senin için yapayım mı?" dedi.
Peygamberimiz de: "Eğer dilersen" buyurdu. Adam: "Peki Ey
Allah'ın elçisi, duamın üçte ikisini senin için yapayım mı?" dedi.
Peygamberimiz: "Eğer dilersen yap!" buyurdu. Adam: "Ey Allah'ın
Resulü, duamın hepsını senin için yapsam nasıl olur?" diye sordu.
Peygamberimiz de: "Bu taktirde Yüce Allah, senin dünya ve ahiret
endişelerine kefil olur!" buyurdu.
Beyhekî de Şüabü'l-imân
adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: "Bana Cebrâi geldi ve: "Bir
adam ki sen onun yanında anıldığın halde sana salât okumaz, böylesinin burnu
yerlerde sürtülsün!" diye söyledi."
Kâdi İsmail Hasandan rivayet eder:
Peygamberimiz bir hadislerinde: "Bir topluluk ki, benim adım onların
yanında anıldığı halde bana salât ü selâm getirmezler; İşte onlara cimrilik
olarak bu yeter!"
el-İsbehani'nin Enes'ten rivayeti de
şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Bana salât ü selâm getiriniz! Biliniz ki bu sizin için günahlarınıza bir
keffarettir ve mânevi bir temizliktir!"
(Kâdi İsmâil ile El-İsbahânî'nin Ebû
Hüreyre'den sevkettikleri bir rivayet de, bu manadadır.)
El-İsbahânî'nin Halid bin Tahmân'dan
bir rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
"Bana bir defa salat ü selâm getiren kişinin, yüz haceti bitirilir!"
buyurdu.
Yine Kadı İsmâil ile Beyhekî Ebû
Said'den şöyle naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: "Bir topluluk ki, toplanıp dağılırlar. Fakat bana salât ü selâmda
bulunmazlar. Bu, şüphesiz bu topluluklar için kıyamet gününde müthiş bir
pişmanlığa sebep olacaktır! Cennete girseler bile, yanıp yakılmaktan
kurtulamayacaklardır! Zira orada, bana salât ü selâm getirmenin ne kadar
sevaplı bir amel olduğuna iyice muttali olacaklardır."
El-İsbehânî, Ebû Bekir el-Sıddîk'ın
şöyle dediğini nakleder: Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ü
selâm getirmek, köle âzâd etmekten daha sevaplıdır! Bizzat Peygamber
Efendimiz'i hakkıyla sevmek ise; canı Allah yolunda kurbân etmekten bile
sevâblıdır!"
Bezzâr ile el-İsbehânî
Câbir bin Abdullah'tan, onun şöyle dediğini naklederler: Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Beni, devesi üzerinde yolculuk edenin
devesine astığı su destisi gibi tutmayınız! Zira bu yolcu kişi, böylece suyunu yanına
alır, susadı mı, suyunu alır içer, sonra yerine kor. Abdest alacağı zaman su kabını
alır, işini bitirince tekrar onu yerine kor. Eğer suyu artarsa "nasıl olsa
arttı ve lâzım da olmayacak" diyerek fazlasını döker; Siz beni, duanızın
evvelinde, ortasında ve âhirinde salât ü selâmlarınızla anınız!" [111]
El-İsbehânî'nin Ali bin Ebû Tâlib'ten
rivayeti de şöyledir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Yapılan dualar ile semâlar arasında mutlaka perde vardır! Dua eden kişi
bana ve benim âlime salât ü selâm getirince, İşte bu perdeler yırtılır ve dua,
semâlara yükselir. Eğer böyle yapmazsa, duası geri döner." [112]
Tirmizî Ömer bin
el-Hattâb'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yapılan dua, semâ ile arz
arasında durur. Dua eden kişi Allah Resûlü'ne salât ü selâm getirmedikçe, duası
semâya yükselmez..."
(Bu mânada bir haber, Saîd bin
el-Müseyyeb'ten de rivayet edilmiştir.) [113]
Taberânî güzel
bir senedle Ebû'd-Derdâ'dan şöyle nakleder: Bir hadislerinde Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kim, günün sabahında ve akşamında bana onar
defa salât ü selâm getirirse, şefaatim kıyamet gününde ona yetişir!"
Beyhekî Şüab'ta Enes'ten
nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Cuma gününün gecesinde ve gündüzünde bana salât ü selâmı çokça getiriniz!
Kim bunu yaparsa, kıyamet gününde ben onun için şâhid ve şefaatçi olurum!"
Taberânî
Abdurrâhman bin Semura'dan nakleder. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Sırat üzerinde titremekte olan birini
gördüm. Bu adam benim ümmetimdendi. Bana getirdiği salât ü selâmları gelip ona
şâhid oldular. Böylece onun titremesi geçip sükûna erdi."
Deylemî'nin de Enes'ten bir rivayeti
var. Buna göre Enes şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), bir hadîslerinde de şöyle buyurmuştur: "Kim, bana
çokça salât ü selâm getirir ise; yarın kıyamet gününde Arş'ın gölgesinde
gölgelenecektir!"
İsbehânî'nin İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti
de şu şekildedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Herhangi biriniz abdestini aldığı zaman: "Ben şehâdet ederim ki,
Alla'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu
ve Resulüdür!" diyerek kelime-i şehâdeti okusun! Sonra bana salât ü selâm
getirsin. O böyle yaptığı zaman, rahmet kapıları kendisine açılır." [114]
İbn-i Ebî'l-Hasan el-Meymûnî şu haberi
vermektedir: "Bir gün ben, rü'yâmda Ebû Ali el-Hasan bin Uyeyne'yi gördüm.
O zaman o vefat etmişti. Ellerinin parmaklarında altın renginde yazılmış bir
şey vardı. Bunun ne olduğunu sordum kendisine. O da şu cevâbı verdi: "Bu, Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerini
yazarken, (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yazmayı ihmâl
etmediğim içindir."[115]
İbn-i Abdul-Berr şöyle der: Herhangi bir kimsenin, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) adı anıldığı zaman, "Muhammed rahimehullah!" demesi veya "Muhammed merhum" şeklinde söylemesi caiz değildir. Zira Peygamber Efendimiz hakkında, O'nun kendisinin de buyurduğu gibi, salât getirilir. Yâni "(sallallahü aleyhi ve sellem)" denilir. Her ne kadar, salât'ın mânâsı, rahmet ise de, bu böyledir. Sevgili Peygamberimiz'e, sevgi ve saygımızı bu şekilde bildirmekle mükellefiz. "Salât ü selâm" sözü bırakılıp da başka sözlere yönelmek isabetli değildir. Şu âyet-i celîle de bunu te'yîd etmektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberi çağırmayı (anmayı), aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayınız!..." [116]
İbn-i Hacer'in de Şerhü'l-Buhârî'sinde pek güzel bir açıklaması var. Şöyle diyor: "İbn-i Abdü'l-Berr'in bu tevcihi, Kâdî Ebû Bekir bin el-Arabî el-Mâlikî ve Şâfîilerden el-Saydalânî tarafından da benimsenmiş bulunmaktadır. Ebû'l-Kasım el-Ansârî de, İrşâd şerhinde şöyle demiştir: "Eğer bir kimse rahimehullah sözünü, salât ü selâm sözüne ilâveten söylerse caiz olur. Fakat tek başına söylerse caiz olmaz..."
Hanefîler'in el-Zahire adlı fıkıh kitabında da şöyle denilmektedir: "İmâm-ı Muhammed bunu mekruh görmüştür. Çünkü bu, bir noksanlığı vehmettirmektedir. Zira rahmet sözü çoğu zaman, kınanacak bir iş yapılmış olduğunu hatıra getirmektedir." [117]
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de
budur. Bu O'na mahsus olup bir başkası için caiz değildir. Başkaları, yâ bir
Peygamber'e, yâ da bir meleğe salât edebilirler.
Buhârî ve Müslim Abdullah
bin Ebû Efvâ'dan rivayet eder. O şöyle der: "Bâzı kavimler zekâtlarını getirdikleri
zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar
hakkında: "Allahümme salli aleyhim! - Allah'ım onlara salât eyle!"
diyerek salât ederdi. Babam da kavminin zekâtim getirdiği zaman,
Peygamberimiz'in: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın ev halkına salât kıl!"
şeklindeki duasına mazhar olmuştu..."
İbn-i Sa'd, Kâdî
İsmail ve Beyhekî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: O
şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize
geldiği zaman, benim hanım Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ Resûlallah, benim
kocam üzerine salât eyle!" ricasında bulundu. Peygamberimiz de:
"Allah, senin üzerine ve senin kocan üzerine salât kılsın!" diyerek
dua buyurdu.
Yine Kâdî İsmail ile Beyhekî'nin İbn-i
Abbâs'tan bir rivayetleri var. O şöyle demiştir: "Salât
sözünü, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında
kullanabiliriz. Bizim, erkek veya kadın müslümanlar için dua mâhiyetinde
kullanacağımız söz, salât sözü değil, istiğfar sözüdür. Bizler, müslüman
kardeşlerimiz için istiğfar ederiz..."
Mezhebimiz âlimleri demişlerdir ki:
"Peygamberlerden başkası üzerine salât etmek mekruhtur. Bâzıları ise bunun
haram olduğunu söylemistir. Cüveynî ise şöyle demiştir: "Selâm salât
manasınadır ve Allah, bu iki söz arasını birleştirmiştir. Selâm sözü hazırda
olana verilir, tek başına gâib olana verilmez. Ancak Peygamberler için verilir.
Mü’minlerin ölülerine de, dirilerine de hitâb tarzında selam okunur."
Ebû Dâvud ve
Nesâî, Umârâ bin Huzeyme tarikiyle onun amcasından rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
ârâbîlerden birinden bir at satın almıştı... Peygamberimiz ona: "Haydi
benimle gel de parasını vereyim!" demiş. Peygamberimiz önde, ârâbı arkada
giderlerken, ârâbî gecikmiş ve arkada kalmış... Ar âbı yedip giderken,
görenler: "Bu ata şu parayı verelim, bize satar mısın?" diye
takılmışlar. Tabîi bunlar, bu atın Peygamberimiz'e satıldığını bilmiyorlarmış.
Peygamberimiz'de hayli önde gidiyorlarmış. Derken satın almak isteyenler
Peygamberimiz'in verdiği fiyattan daha fazla fiyat teklif ederler. Bunu üzerine
ârâbî, Peygamberimiz'e nida ederek: "Sen bu atı gerçekten satın aldı isen
al, değilsen ben onu satıyorum!" der. Peygamberimiz, ârâbînin nidasını
duyunca bekler ve ârâbî O'nun yanına gelir. Bu sırada Peygamberimiz: "Ben
senden bu atı satın almamış mıyım?" buyurur. Arâbî: "Hayır, vallahi
ben sana bu atı satmadım!" der. Peygamberimiz de kararlı olarak: "Ben
senden bu atı satın aldım!" buyurur. Derken insanlar araya girer. Arabî:
"Satmadım-" der. Peygamberimiz de "satın aldım" der.
Nihayet ârâbî: "Sattığıma dâir şahidini getir!" demeye başlar. Oraya
toplanan müslümanlar da: "Yazık sana! Hiç Resûlüllah hak olandan başkasını
söyler mi?" diyerek ârâbîye çıkışırlar. Derken oraya Huzeyme gelir ve
durumu öğrenince: "Senin bu atı Resûlüllah'a sattığına dâir ben şâhidlik
yapıyorum!" der. Resûlüllah ise Huzeyme'ye dönerek: "Sen, neye
dayanarak şahitlik yapıyorsun?" buyurur. Huzeyme de: "Ey Allah'ın
Resulü, ben bu hususta senin doğru söylemiş olduğunu asdîk ederek şahitlik
yapıyorum!" cevabını verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Huzeyme'nin
şahitliğini iki şahit yerine tutarak neticeye bağlar."
(Bu olayla ilgili İbn-i Ebî Üsâme'nin
Nûmân bin Beşîr'den olan rivayetinde ise, ifâde biraz farklıdır ve şöyledir:
"Peygamberimiz: "Ey Huzeyme, biz senin şahitlik yapmanı istemedik.
Sen nasıl şahitlik yapıyorsun?" buyurdu. Huzeyme de: "Biz senin
semâdan getirdiğin haberi tasdik edip dururken, şu ârâbiye karşı mı seni tasdik
etmiyeceğiz!" cevâbını verdi. İşte İslâmda, Huzeyme'nin şahitliği, iki
kişinin şahitliği yerine tutulmuştur ve bu Huzeyme'ye mahsustur.
Buhârt'nin Târih'inde Huzeyme'den
rivayeti şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Huzeyme, her kimin lehine veya aleyhine şahitlik ederse; o hususta
Huzeyme'nin şahitliği yeterlidir!"
Buhârî ve Müslim Berâ bin
Azib'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Kurban bayramı gününde
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize
hitâb edip: "Her kim bizim şu namazımızı kılar, kurbanımızı keserse; kurbanını
vaktinde kesip edâ etmiş olur! Her kim de namazdan evvel kesecek olursa, o,
kurban değil, yiyeceği ettir. (Kurban sevabı yoktur.)" Bu sırada Ebû
Berede bin Neyyâr ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaza çıkmazdan önce
kesmiştim. Ve ben bugünün, yeme-içme
günü olduğunu düşünerek acele etmiş oldum. Kendim yedim ve halkıma ve
komşularıma da yedirmiştim" dedi. Peygamberimiz ona: "Bu, et için bir
koyun kesmedir!" buyurdu. O da dedi ki: "Benim yaşını doldurmamış bir
oğlağım var. Eti de iyi... Bunu kurban olarak kessem olur mu?"
Peygamberimiz ona cevaben: "Evet olur. Fakat senden sonra bir başkası için
caiz olmaz!" buyurdu.
İbn-i Sa'd ve Hâkim Umara
binti Abdurrâhman'dan rivayet eder. O da Ebû Huzeyfe'nin eşi Sehle'den
nakleder. Sehle şöyle demiştir: "Birgün ben, Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı
Sâlim'in, ev halkımızdan biri gibi, evimize girip çıktığını Resûlüllah'a arz
ettim. Resûlüllah da bana, Sâlim'i emzirmemi emretti. Ben de onu emzirerek
kendime sütkardeş edindim. Ben, Resûlüllah'ın emriyle Sâlim'i emzirdiğim zaman,
Salim kocaman bir adamdı. Bu olay, Bedir harbinden sonra olmuştu..."
Buhârî ve Müslim Ümm'ü
Seleme'den rivayetle onun şöyle dediğini nakleder: "Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) eşlerinden (Âişe'den) başkaları,
emzirmek suretiyle birisini sütkardeş edinmeyi kabul etmediler ve: "Bu
ancak, Resûlüllah Efendimiz'in Sâlim'e mahsûs olmak üzere verdiği bir ruhsat
idi" dediler."
İbn-i Sa'd Ali'den
nakleder: Peygamberimiz'in amcası Abbâs, Peygamberimiz'den, yılım doldurmadan
zekâtim verip veremeyeceğini sordu. Peygamberimiz de kendisine ruhsat
verdi."
(Yine İbn-i Sa'd, Hakem
bin Uyeyne'den nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası
Abbâs'ın, yılım doldurmadan, iki senelik zekâtım vermesi için izin verdi.)
İbn-i Sa'd, Cafer
bin Muhammed'den nakleder. O da babasından şöyle demiştir: "Ümmü Eymen,
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına
geldiği zamanlarda, "Selâmün aleyküm" diyemezdi de, "Selâmün lâ
aleyküm" derdi. Peygamber de (sallallahü aleyhi ve sellem), onun
selam yerine bu şekilde söylemesine ruhsat vermiştir."
Yine İbn-i Sa'd, Münzir
el-Sevrî'nin şöyle dediğini naklediyor: "Ali ile Talha arasında bir
münakaşa çıktı. Talha Ali'ye: "Senin Resûlüllah'a karşı gösterdiğin cür'et
gibisi, doğrusu görülmüş değildir!" dedi. Sebeb olarak da: "Sen, Hazret-i
Peygamberin hem adını verdin, hem de künyesini!" diyordu ve
Peygamberimiz'in bunu menettiğini dile getiriyordu. Ali ise bunun üzerine,
Kureyş'ten bâzı kimseleri çağırdı ve onlara hitaben: "Peygamber
Efendimiz'in bana: "Ey Ali, senin ileride bir oğlun olacak ve sen ona,
benim adımı ve künyemi vereceksin!" dediğini ve "bu, ümmetlerimden
başkaları için caiz olmaz!" buyurduğunu sizler işitmediniz mi?"
diyerek bir soru yöneltti. Kureyşliler de buna şahitlik ettiler."
İbn-i Sa'd'ın
Münzir el-Sevrî'den diğer rivayeti ise şöyledir: "Ben, Muhammed bin
Hanefiye'nin şöyle dediğini işittim: "Bu, Ali'ye mahsustu. Ali bunu
Peygamberimiz'e sormuş ve O'nun iznini almıştı..."
Bu, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olup başkaları için caiz değildir, İbn-i Cerîr'in nakline göre, Ali bin Zeyd, bu hususta şöyle demiştir: "İlgili âyet gereğince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aralarında kardeşlik akdi te'sîs ettiği kimseler, araya akrabalığı olan birinin girmemesi hâlinde birbirine vâris olurdu. Fakat bugün bu caiz olmaz... Artık bu, Peygamberimiz'den sonra sona ermiştir. Hiçbir kimse, O'ndan sonra böyle bir akid ve işlem yapamaz..."
Mezhebimiz âlimleri demişler ki: "Medine'de namazını kılan bir müslüman hakkında Resulüllah'ın Mihrabı, Mekke'deki Kabe gibidir. Yâni kıblesi, kesin Resulüllah'ın mihrabının yönüdür. Hiçbir şekilde, mihrabın gösterdiği yönden başkasını kıble olarak kabul edemez. Keza Resûlüllah'ın namaz kıldığı ve kıblesi belli olan diğer yerlerde de durum aynen böyledir. Hiç bir müslüman, kendi içtihadıyla oralarda farklı olarak bir kıble tayinine kalkışamaz! Resulüllah'ın tâyîn buyurduğu kıbleden ne sağa, ne de sola ayrılamaz! Bunun dışındaki yerlerde ise, kıbleyi ictihâd ile tâyîn etme imkânı ve cevazı vardır. İleri sürülen vecihlerin en sıhhatli olanı budur."
------------------------
[9] Kehf suresi, 23-24
[14] Haşr suresi, 7. ayetten...
[15] Enfal suresi, 41. ayetten...
[16] Haşr suresi, 6
[20] Beled suresi, 1-2
[32] Ahzab suresi, 6
[34] Ahzab suresi, 38
[35] Ahzab suresi, 50
[39] Ahzab suresi, 6
[40] Ahzab suresi, 36
[41] Ahzab suresi, 37
[45] Ahzab suresi, 50
[46] Ahzab suresi, 50
[53] Ahzab suresi, 36
[67] Ahzab suresi, 53
[74] İsrâ' suresi, 79
[77] Enfal suresi, 24
[79] Nur suresi, 62
[81] Bana göre, sahih olan, Nevevi'nin görüşüdür
[82] Hucurat suresi, 1-5
[85] Tevbe suresi, 24
[93] Nisa suresi, 102. ayetten...
[96] Kur'an-ı Kerim, Fetih Suresi:1-2.
[116] Nur suresi, 63